Ülkücülerin Okuması Gereken Bir Yazı

Ülkücülerin Okuması Gereken Bir Yazı

Ülkücüler dahi pek bilmezler artık, o günlerden hatıra bu soruların anlamını…

A+A-

Oysa işte o fotoğraf; yaşlı ya da genç, zengin ya da fakir, hayat denilen muammaya dalıp gitmiş her bir ülkücü için ölümsüz bir aşkın destanını anlatan siyah beyaz eski bir film şeridinin koptuğu son karedir.

Demek ki bir tek o kare önemli idi ve ülkücülerden başka kimsenin bilmediği bir sır yaşanmıştı o an, orada. Belki de o yüzden zamanı dondurup içinden yalnızca o kareyi aldılar ülkücüler ve kar beyaz bir ölümü yaşatmak istediler, kendileri ile beraber sonsuza dek…

Duvarda asılı bir tarihin suskun şahidi olan o fotoğraf, sanki bir zalim ressamın, bembeyaz yüreklere vurduğu karakalemden sızan kapkara kan ile çizdiği bir resim ya da bir şairin hüzünlü mısralarında var olmuş bir ağıt gibi yakar kavurur insanım diyebilen herkesin yüreğini…

Mukaddes bir kalabalığın içinde, o gün akıp giden insanlar, bugün kaldılar mı hayat ta. Ya da bir başka tabutta bir başka kutlu kervan ile uğurlanmışlar mıydı bir ebedi saltanata. Yoksa bir hilalsiz şafak vaktinde asılmışlar mıydı, lime lime olasıca urganlarla…

Ülkücüler, bugün her baktıklarında kendilerini görürler o fotoğrafın bir yerinde ve sanki şehit ülküdaşının son bir nefesi ile ısınacakmış gibi ayazdan üşüyen bedenleri ile daha bir sokulurlar yaşlı çınardan yapma tabutun dibine dibine.

Belki de o tabutta zifir karanlıklara gömülüp, yürüyüp giderler zemheri ayazın içinde ve üstlerine yağan kar taneleri ile bembeyaz bir kefen giyip, uçuverirler kış güneşine. Fırtınaları aşıp giden bir delikanlıda olsalar, Can arkadaşının tabutunu omuzlamış bir kocamış ihtiyarda olsalar, her ülkücüye mutlaka bir yer vardır o resmin herhangi bir yerinde.

Belki otuz yıl belki daha eski bir zaman öncesinde,

Ülkücüler dahi pek bilmezler artık, o günlerden hatıra bu soruların anlamını… Oysa işte o fotoğraf; yaşlı ya da genç, zengin ya da fakir, hayat denilen muammaya dalıp gitmiş her bir ülkücü için ölümsüz bir aşkın destanını anlatan siyah beyaz eski bir film şeridinin koptuğu son karedir.

Demek ki bir tek o kare önemli idi ve ülkücülerden başka kimsenin bilmediği bir sır yaşanmıştı o an, orada. Belki de o yüzden zamanı dondurup içinden yalnızca o kareyi aldılar ülkücüler ve kar beyaz bir ölümü yaşatmak istediler, kendileri ile beraber sonsuza dek…

Duvarda asılı bir tarihin suskun şahidi olan o fotoğraf, sanki bir zalim ressamın, bembeyaz yüreklere vurduğu karakalemden sızan kapkara kan ile çizdiği bir resim ya da bir şairin hüzünlü mısralarında var olmuş bir ağıt gibi yakar kavurur insanım diyebilen herkesin yüreğini…

Mukaddes bir kalabalığın içinde, o gün akıp giden insanlar, bugün kaldılar mı hayat ta. Ya da bir başka tabutta bir başka kutlu kervan ile uğurlanmışlar mıydı bir ebedi saltanata. Yoksa bir hilalsiz şafak vaktinde asılmışlar mıydı, lime lime olasıca urganlarla…

Ülkücüler, bugün her baktıklarında kendilerini görürler o fotoğrafın bir yerinde ve sanki şehit ülküdaşının son bir nefesi ile ısınacakmış gibi ayazdan üşüyen bedenleri ile daha bir sokulurlar yaşlı çınardan yapma tabutun dibine dibine.

Belki de o tabutta zifir karanlıklara gömülüp, yürüyüp giderler zemheri ayazın içinde ve üstlerine yağan kar taneleri ile bembeyaz bir kefen giyip, uçuverirler kış güneşine. Fırtınaları aşıp giden bir delikanlıda olsalar, Can arkadaşının tabutunu omuzlamış bir kocamış ihtiyarda olsalar, her ülkücüye mutlaka bir yer vardır o resmin herhangi bir yerinde.

Belki otuz yıl belki daha eski bir zaman öncesinde,

İstanbul un masmavi gök kubbesi kurşuni gri ile kaplanmış, evleri, sokakları bembeyaz karın işgali altında kalmıştı… Sanki yaşanan bir matemi saklamak ister gibi zamanın şahadetinden, ak pak bir sis perdesi çökmüştü mahzun şehrin üzerine.

Kış karasının acı soğuğu alev alev yalarken kocamış beldenin soluk duvarlarını, bir kalabalık yürüyordu sokaklarda usulca, dillerde tekbir omuzlarında bir tabutla…

Binlerce yürek bir elif olmuş, süzülüp gidiyordu İstanbul’da. Hemde çakmak gözlerinde kıvılcımlar ve soğuğa inat kaynayan kanlarındaki ateşten imanla. Belli ki, yüreklerindeki acı, zemherinin kavruk soğuğundan bile çok yakmıştı onları.

Fırtınaya, ayaza umarsızca, diz boyu karları aşarlarken onlar, Her şeyi sıcacık evlerinden seyredenler, nasılda merak etmişti “kim bunlar” diye…

Artık tipiye dönmüş karın altında tümen tümen orduları, ardından yürüttüğüne göre böyle hürmetle, pek de zengin pek de mühim bir insan diye düşündüler hayretle… Gerçekten de kimdi onlar ve asıl önemlisi, kimdi ay yıldızlı bayrağa sarılı o tabutta yatan.

Pürü pak karlar üzerinde kalmış izler, sanki binlerce akıncı beyinin beyaz doru atlarına binmişte bir toya geçip gitmiş hissi verse de arkalarından öylece bakanlara...

Ülkücülerin gencecik yaşta katledilen bir kardeşlerinin cenazesi vardı çilekeş omuzlarında,

Ondan öyle mahzun ondan böyle suskundular…

Yoksa binlerce ocaktan binlerce kor getirmişlerdi ateşten yüreklerinde, bilseler ki ülküdaşları ölmeyecek, yakıp kül edip bir harabeye çevirmezler miydi bu muhteşem ama hain şehri. Hem de böylesi bir intikam vaktinde…Öylesine mühim öylesine azizdir ki şimdi. Sanki gerçeği yakalayıvermiş bir fotoğraf karesi değil de, bundan böyle bir donuk hayalin resmidir, hemde tüm gerçeklerin üstünde bir yerde…

Ama o, artık geri gelmezdi, o gittiği yerden. Çünkü cansız bedenini tahta tabutla koyarlarken taştan tahtına nede mutluydu nede huzurlu... Bir güleç tebessüm varmış nur çehresinde. Demek ki bir şeyler görmüş bir şeyler duymuştu aldığı son nefesinde. Belki de bir rahmani rüyada idi, o şimdi…

Bir namus yemini gibi duvarda asılı o siyah beyaz fotoğraf, işte o yuğdan kalma bir emanettir” ülkücüyüm” diyebilen herkese.

Her kahramana olduğu gibi, o genç ülküdaşın da namı yalnızca bir resim olarak kalsa küllenen hafızalarda ya da vefasız zamanın nankör dehlizlerinde unutulmuş olsa da…

Ne gam olsun bize. Belki de kar taneleri ile yazılmıştı ismi o resmin bir yerinde, anca okuyabilene.

Henüz birkaç saat öncesinde lapa lapa yağan kar taneleri öylesine coşmuş öylesine kudurmuştu ki o an, bir canhıraş cenk yaşanır olmuştu İstanbul semalarında. Sanki onlarda ülkücülerin öfkesine özenmiş, hışımla kendilerini atmışlardı herkesin ve her şeyin üstüne korkusuzca. Ve bir cümbüşe çevirmişlerdi, o siyah beyaz fotoğraf karesini…

Hâlbuki yağan kar asla kanatmadı ülkücülerin sinesini, hiçte öyle acıtmadı yüzlerini yalayan hırçın boranlar. Hem demezler mi, her kar tanesini bir melek indirmiştir yeryüzüne diye…

Hatta derler ki; “Fırtına, tipi değil, her biri bembeyaz gül yapraklarıydı o gökyüzünden dökülenler. Cennete daha nasıl uğurlanırdı ki bir şehit zaten”…

Oysa o usul usul yağanlar,

Kar taneleri değil miydi? Yoksa bir yudum zemzem mi serpilmişti göklerden. Sanki şehit ülkücünün naşını incitmek istemezmiş gibi, hilal yıldıza dokunuveren her bir damla ondan mı usulca eriyiverdi.

Anılmasa da ismi, duyulmasa da sesi artık otuz yıl sonra genç Ülküdaşın, O gün orada olanlar, “omuzlarımızda bir Mehmet’i taşımıştık” derler, o fotoğrafı soranlara. Sanki yekpare bir beden olmuşlar, bir cennet ırmağı gibi akıp gitmişlerdi Mehmetlerin binlercesi, İstanbul un kasvetli sokaklarında. Ve işte o yaşlı çınardan yapma tahta tabutu ile uçmağa vardı bir şehit Mehmet, akan ülkü ırmağında…

Yaşı ya yirmi ya da yirmi birdi Mehmet in. Anadolu’nun bir köhne köyünden birkaç yıl önce dualarla uğurlamışlardı onu, hasta anası ve ırgat babası. Bir kaç ay önce hasta anası da ölmüş çilekeş babasından başka kimsesi de kalmamıştı şu dünyada. Ne hayaller yaşatırdı Mehmet, masum yüreğinde her insan gibi. Okulunu bitirecek vatanına, milletine hizmet edecekti. Babasını da çekip kurtaracaktı sefalet batağından. Belki onu da yanına alırdı, eli biraz para tutmaya başladığında. Kim bilir, ömründe hiç denizi görmemiş babası için lebiderya bir ev bile tutardı İstanbul da…

Oysa bir ramazan gününün ikindi vaktinde vurdular Mehmet’i, o koca şehrin bir tenha kuytusun da. Hem de sayısız kurşunla. İkindi vakti gibi yaşamıştı zaten Mehmet her şeyi. Her nefes bir nasip demiş ve hiçte sevmemişti kısacık ömrün de, fani dünyanın sahte saltanatını.

Ne mal, mülk nede para, pul mu vardı sanki onun gözünde… Ay yıldızlı bayrağına vurgundu bir tek, onu da kefen yapmıştı kendine ve alıp götürüyordu yanında işte…

Herkes kadar severdi yaşamayı Mehmet, belki de hiç ölmemek istemişti. Öyle ya bir sahte hayattan vazgeçip bir ebedi yaşama dalıvermek herkesin haddine miydi? Aslında heybetli bedeni değil, hayalleri oldu o kahpe pusuda yitip giden. Şehrin dört bir yanında yankılandığında şehit düştüğü haberi, akın akın kopup geldi Ülküdaşları. Vardıklarında Mehmet in başına, sardılar etrafını bir hilal gibi ve önlerinde yatıyordu, yere düşmüş bir yıldız gibi,

Al kanlar içindeki şehit Mehmet’leri…

Al kanlar içindeki şehit Mehmet’leri…

Oruç hali ile iftara az bir vakit kala nereye gidiyordu böyle dalgın böyle düşünceli şehit Mehmet bilinmez artık. “otobüse binecek parası bile”yoktu diyende oldu, “rahmetli anasını düşündükçe, bir gamlı hasretle yanan yüreğini soğutmak istemişti ayaza kesmiş İstanbul un sokaklarında, hem de bir ince gömleğiyle” diyende…

Çünkü cansız vücudundan soyduklarında kanlı elbiselerini bir küçük Kur’an ve ana babasının bir yırtık fotoğrafından başka hiç bir şey çıkmamış üzerinden. Kuruş parası da yokmuş cebinde, hepsi hepsi bir kaç kitap saçılmıştı, tertemiz kanı ile yıkanmış ortalık yere,

Tümü de Türklük üzerine.

Halk mahkemesinde alınan bir kararla katlederlerken onu, proletarya iktidarının hesabını da sordular, kurdukları o şerefsiz pusu da. O mahkeme i Kübra da verecek ti her şeyin hesabını nasıl olsa, Korkar mıydı hiç, kana susamış üç beş zalimin namlusundan çıkan kahpe kurşunlarla. Üşümeyecek ti artık kızıl ayazlarda, uğrunda öldüğü vatanı alacaktı onu sıcacık kara koynuna. Açta kalmamış iftara da yetişivermişti işte. Hem de ebedi yurdu cennette…

Gülümsedi mazlum Mehmet, vücuduna saplanan ölümün soğuk hançerine ruhunu teslim ederken. Mekân bitmiş zaman durmuştu artık. Karanlık ışığı boğduğunda, hak çığıran bir seste sustu. Kan kırmızı güller içinde secdeye varır gibi yığılırken yere, kapattı gözlerini usulca bir ikindi gölgesinde. İşitti cennetteki anasının “hoş geldin oğul” diyen yumuşacık sesini, hemde bir fısıltı gibi…

Ne bir top arabası nede bando marşı, diller de tekbir, yüreklerde hüzün,

Yürüyüp giden milyonlar taşıdı Mehmet i o gün…

Sanki mahşer deki her iyi insan inip de dünya ya, yalınayak basmıştı dona kalmış karlara ve saf saf olup doluşmuşlardı Mehmet in arkasında. Gökten düşen her bir kar tanesi, o tabuta değdiğin de bir er kişi mi olmuştu orada, ondan mı beyazdılar, ondan mı görünmediler her göze…

Ülkücülerden başkasına nasip olmayan, ülkü denen sır bumuydu yoksa? Kimse bilmez artık ondan otuz yıl sonra… Ne muhteşem bir kalabalıktı bu böyle, sayılacak her şeyden fazla. Garip, kimsesiz Mehmet i nerden tanıyordu bu kadar insan, neden gelmişlerdi oraya.

Kimi ihtiyardı, kimi delikanlı… Dediklerine göre; uzak uzak yerlerden geliyorlardı. Bazıları Malazgirt den çıkıp gelmişti, bazıları da Çanakkale den…

Derken, günlerden bir gün, bir ihtiyar adam peyda olmuş ülkücülerin ocağında. “nerden gelir nereye gidersin “diye sorduklarında genç ülkücüler, kocamış adama. “Çok uzaktan geldim, bir soluklanayım “demiş ve duvardaki o fotoğrafa dalıp gidivermişti. “Bilir misin o resmi” diye soranlara da,“O gün bende ordaydım, hem de ta Sarıkamış tan kalkıp da geldiydim.” deyivermiş.

Ardından da, âdeta ülkücülerden başkası duysun istemezmiş gibi sözlerini, usulca fısıldamış kulaklarına;

“bilmesin gafiller ne fark eder ama siz Mehmet ‘imiz öldü demeyin sakın, görmüyor musunuz

iste o fotoğraf ta şu dünya durdukça bir kutlu selam gönderiyor siz sırdaşlarına”

Oysa o usul usul yağanlar,

Kar taneleri değil miydi? Yoksa bir yudum zemzem mi serpilmişti göklerden. Sanki şehit ülkücünün naşını incitmek istemezmiş gibi, hilal yıldıza dokunuveren her bir damla ondan mı usulca eriyiverdi.

Anılmasa da ismi, duyulmasa da sesi artık otuz yıl sonra genç Ülküdaşın, O gün orada olanlar, “omuzlarımızda bir Mehmet’i taşımıştık” derler, o fotoğrafı soranlara. Sanki yekpare bir beden olmuşlar, bir cennet ırmağı gibi akıp gitmişlerdi Mehmetlerin binlercesi, İstanbul un kasvetli sokaklarında. Ve işte o yaşlı çınardan yapma tahta tabutu ile uçmağa vardı bir şehit Mehmet, akan ülkü ırmağında…

Yaşı ya yirmi ya da yirmi birdi Mehmet in. Anadolu’nun bir köhne köyünden birkaç yıl önce dualarla uğurlamışlardı onu, hasta anası ve ırgat babası. Bir kaç ay önce hasta anası da ölmüş çilekeş babasından başka kimsesi de kalmamıştı şu dünyada. Ne hayaller yaşatırdı Mehmet, masum yüreğinde her insan gibi. Okulunu bitirecek vatanına, milletine hizmet edecekti. Babasını da çekip kurtaracaktı sefalet batağından. Belki onu da yanına alırdı, eli biraz para tutmaya başladığında. Kim bilir, ömründe hiç denizi görmemiş babası için lebiderya bir ev bile tutardı İstanbul da…

Oysa bir ramazan gününün ikindi vaktinde vurdular Mehmet’i, o koca şehrin bir tenha kuytusun da. Hem de sayısız kurşunla. İkindi vakti gibi yaşamıştı zaten Mehmet her şeyi. Her nefes bir nasip demiş ve hiçte sevmemişti kısacık ömrün de, fani dünyanın sahte saltanatını.

Ne mal, mülk nede para, pul mu vardı sanki onun gözünde… Ay yıldızlı bayrağına vurgundu bir tek, onu da kefen yapmıştı kendine ve alıp götürüyordu yanında işte…

Herkes kadar severdi yaşamayı Mehmet, belki de hiç ölmemek istemişti. Öyle ya bir sahte hayattan vazgeçip bir ebedi yaşama dalıvermek herkesin haddine miydi? Aslında heybetli bedeni değil, hayalleri oldu o kahpe pusuda yitip giden. Şehrin dört bir yanında yankılandığında şehit düştüğü haberi, akın akın kopup geldi Ülküdaşları. Vardıklarında Mehmet in başına, sardılar etrafını bir hilal gibi ve önlerinde yatıyordu, yere düşmüş bir yıldız gibi,

Al kanlar içindeki şehit Mehmet’leri…

Ondan öyle mahzun ondan böyle suskundular…

Yoksa binlerce ocaktan binlerce kor getirmişlerdi ateşten yüreklerinde, bilseler ki ülküdaşları ölmeyecek, yakıp kül edip bir harabeye çevirmezler miydi bu muhteşem ama hain şehri. Hem de böylesi bir intikam vaktinde…Öylesine mühim öylesine azizdir ki şimdi. Sanki gerçeği yakalayıvermiş bir fotoğraf karesi değil de, bundan böyle bir donuk hayalin resmidir, hemde tüm gerçeklerin üstünde bir yerde…

Ama o, artık geri gelmezdi, o gittiği yerden. Çünkü cansız bedenini tahta tabutla koyarlarken taştan tahtına nede mutluydu nede huzurlu... Bir güleç tebessüm varmış nur çehresinde. Demek ki bir şeyler görmüş bir şeyler duymuştu aldığı son nefesinde. Belki de bir rahmani rüyada idi, o şimdi…

Bir namus yemini gibi duvarda asılı o siyah beyaz fotoğraf, işte o yuğdan kalma bir emanettir” ülkücüyüm” diyebilen herkese.

Her kahramana olduğu gibi, o genç ülküdaşın da namı yalnızca bir resim olarak kalsa küllenen hafızalarda ya da vefasız zamanın nankör dehlizlerinde unutulmuş olsa da…

Ne gam olsun bize. Belki de kar taneleri ile yazılmıştı ismi o resmin bir yerinde, anca okuyabilene.

Henüz birkaç saat öncesinde lapa lapa yağan kar taneleri öylesine coşmuş öylesine kudurmuştu ki o an, bir canhıraş cenk yaşanır olmuştu İstanbul semalarında. Sanki onlarda ülkücülerin öfkesine özenmiş, hışımla kendilerini atmışlardı herkesin ve her şeyin üstüne korkusuzca. Ve bir cümbüşe çevirmişlerdi, o siyah beyaz fotoğraf karesini…

Hâlbuki yağan kar asla kanatmadı ülkücülerin sinesini, hiçte öyle acıtmadı yüzlerini yalayan hırçın boranlar. Hem demezler mi, her kar tanesini bir melek indirmiştir yeryüzüne diye…

Hatta derler ki; “Fırtına, tipi değil, her biri bembeyaz gül yapraklarıydı o gökyüzünden dökülenler. Cennete daha nasıl uğurlanırdı ki bir şehit zaten”…

Oysa o usul usul yağanlar,

(Alıntıdır)

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.