Suriye Bataklığında Boğulmamak İçin...
Eski Türk Ocakları Genel Başkanı Nuri Gürgür son dönemde Suriye yaşananlar ve askerlerimize yapılan hain saldırıyı değerlendiren bir yazı kaleme aldı.
Yazısında çok çarpıcı değerlendirmeler yapan Güngör " Rusya‘nın güdümündeki İran-Hizbullah destekli Rejim ordusunun aralık ayı başından bu yana, İdlib’in güneyinden başlayarak stratejik öneme sahip iki karayoluyla Türk gözlem noktalarının içinde olduğu alanları ele geçirmek maksadıyla yoğun bir saldırı sürdürdüğünü ifade ediyor.
İşte Güngör'ün çok konuşulacak yazısı:
İdlib “çatışmasızlık bölgesi”nde konuşlanmış olan askeri birliğimizin kaldığı binalara yapılan hava saldırısında 33 askerimiz şehit düştü; bazısı ağır olmak üzere 34 askerimiz yaralandı. Son bir ayda bu bölgede tamamına yakını hava saldırıları sonucu 53 Mehmetçiğimiz şehit oldu.
Rusya bu saldırılardan sadece birini üstlenirken diğerleri gibi dünkünü de rejime mal etti. Oysa herkes biliyor ki Rusların bilgi ve onayı olmadan Esad parmağını bile kıpırdatamaz. Kaldı ki, Suriye’nin hava gücü kapasitesi, Rus pilotlar ve uçakları olmadan bu çapta saldırıları yapacak seviyede değildir .
Kremlin her zamanki gibi sorumluluğu üstlenmemek, tam tersine Türkiye’yi sorumlu göstermek için yalan söylüyor. Rusya Savunma Bakanlığından yapılan açıklamada, “HTŞ’li teröristler Suriye ordusu mevzilerine yönelik büyük çaplı bir operasyon başlattı. Suriye ordusu bu saldırıya cevap verdi. Söz konusu saldırı teröristlerle bir arada bulunan Türk askerlerinin de vurulmasıyla sonuçlandı." Rus makamlarından verilen bilgiye göre Türk askerlerinin söz konusu bölgede olmaması gerekiyordu. MSB Hulusi Akar bu suçlayıcı ifadelerin yalanladı; saldırı öncesinde askerlerimizin koordinatlarının İletişim halinde oldukları Rus askeri yetkililerine iletildiği gibi, ilk saldırı üzerine orada olduğumuzu bildirip saldırı yapılmaması istendiğini ama bu uyarıların duymazlıktan gelinip saldırının tekrarlandığını, ambulansların bile vurulduğunu, saldırı mahallinde muhalif unsurların olmadığını ifade etti.
Tablo açık; Rusya ‘nın güdümündeki İran-Hizbullah destekli Rejim ordusu aralık ayı başından bu yana, İdlib’in güneyinden başlayarak stratejik öneme sahip iki karayoluyla Türk gözlem noktalarının içinde olduğu alanları ele geçirmek maksadıyla yoğun bir saldırı sürdürüyor; Rus uçaklarının havadan yoğun desteği sonucu, muhalifler fazla direnemeyip çekildi. Gözlem noktalarımız sık sık rejim askerleri tarafından taciz edildi. Türkiye, kuşatılan gözlem noktalarındaki askerlerimizin güvenliğini sağlamak ve rejimin hedefi haline gelen dört milyona yakın insanın sınırımıza yığılıp kapıları zorlamalarını engellemek maksadıyla bölgeye takviye birlikleri göndermeye başladı.
Ankara, rejim güçlerinin Soçi’de belirlenen sınır hattına çekilmesini istiyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Şubat sonuna kadar bunun yapılmaması durumunda askeri güç kullanmakta kararlı olduğumuzu bir kaç kere tekrarladı. Soruna çözüm bulmak maksadıyla Türkiye ve Rusya heyetleri son bir ayda defalarca toplandı; Erdoğan ve Putin telefonda birkaç görüşme yaptılar. Rusya kendi planına uymayan hiç bir teklife yanaşmıyor. Türkiye’nin İdlib’deki terörist diye nitelendirilen unsurları silahlandırmak ve iki karayolunun kontrolünü rejime bırakma sözünü tutmadığını öne sürerek Ankara’yı suçluyor. Türkiye’nin karşı karşıya olduğu büyük güvenlik ve istikrar sorunlarına aldırmıyor.
Rusya’ nın Suriye, Doğu Akdeniz ve Libya’da izlediği politikalar son dönemde belirlenmiş değil; 1554’de Kazan Hanlığını yıkan Ruslar, o tarihten başlayarak güney ve doğuya doğru sürekli genişledi, bu coğrafyadaki Türk ve Kafkas halklarının hanlıklarını, emirliklerini ya yıkarak yahut Moskova’ya bağlayarak milyonlarca km.karelik çok geniş bir alana egemen oldular. Direnme girişimlerini vahşice bastırdılar. Kırım’da, Batı Türkistan’da, Kafkasya’da yüz binlerce Türk, Çeçen, Çerkez katledildi veya Sibirya’ya sürülerek, Anadolu’ya göçe mecbur tutularak yerlerine kendileri yerleştiler. Çarlık döneminde dört asır kesintisiz sürdürülen bu politika, Sovyet döneminde de değişmedi. Çar İvan Petro ne yaptıysa Stalin de aynısını uygulamaya çalıştı.
Ancak bu politikanın stratejik hedefi, sıcak denizlere açılma, Akdeniz’e inme hedefine ulaşamamaları içlerinde hep bir ukde olarak kalmıştı. Şimdi bu tarihi emellerine Putin döneminde ulaşmakta olmanın mutluluğunu yaşıyorlar.
Osmanlı tarihinin son üç yüz yılı Rusya’ya karşı verilen mücadele ve savaşlarla doludur. Osmanlı’nın en büyük toprak kayıpları Rusya’ya karşı olmuştur. Rumeli’deki ayaklanmaların baş kışkırtıcısı Rusya’dır.Türk -Rus ilişkilerinde sadece Atatürk döneminde gerginlik yaşanmadı. Çünkü Mustafa Kemal büyük bir asker olduğu kadar çok usta bir politikacıydı. Rusların ne kadar tehlikeli olabileceğini bildiğinden ilişkileri mükemmel bir şekilde tam kıvamında yürüttü. Milli Mücadele’de Moskova’dan bir yandan silah yardımı alırken diğer yandan kontrolü hep elinde tuttu. Hem o yıllarda hem de cumhuriyet döneminde Türkiye’de bir komünist örgütlenme yapılmasına asla izin vermedi, yapmak isteyenlere de göz açtırmadı. Sovyetler’le dostluk ve yardımlaşma anlaşmasını yaparken İngiltere ve Almanya ile de ilişkileri hep sıcak tuttu. Montrö bu denge politikasının şaheseri sayılabilir.
İkinci Cihan Savaşı’ndan sonra dünya düzeni yeniden oluşturulurken Türkiye’nin Batı blokunu tercih etmesinin en büyük nedeni , Moskova’nın geleneksel açık denizlere inme arzusundan kaynaklanan Boğazlar ve doğudaki üç vilayetimize yönelik istekleridir.
Sovyetler Birliği’nin dağılması üzerine Moskova’nın gündeminden kısa bir dönem kalkmış görünen yayılmacılık tutkusu Putin ile birlikte Rusya siyasetinin temel parametresi haline geldi. Putin sıradan bir yönetici değil, Rus derin devletinin ve emperyal zihniyetinin temsilcisi. Usta bir satranç oyuncusu gibi politika yürütüyor . Duygularını hiç belli etmiyor, tepkisini hemen dışa vurma yerine uygun zamanı bekleyip aklında tutuyor.
Biz ise duygusal tarafımız ağır bastığından “dostum Putin” gibi iltifatlarla etkilediğimizi düşünüp, şahsi dostluğu önemseyeceğini zannettik. Dış ilişkilerde en yanlış yöntem “deneme- yanılma” yoluyla doğrunun bulunacağına inanmaktır. Çünkü yanılma halinde geriye dönüp yeniden başlamak mümkün olmaz. Bir ırmağın akıp giden suyu gibi gelen geçip gitmiştir.
Suriye’de bu gerçekler yaşanıyor. Esad ve Suriye mi şahsım ve Türkiye mi diye bir tercih durumu söz konusu olduğunda “dostum” lafzının Putin nezdinde bir değerinin olmadığını gördük. 33 şehit verdiğimiz saldırı arifesinde bizden giden görüşme ve toplantı isteklerini kaba bir şekilde cevapsız bıraktı. Çünkü art niyetliydi ve bu saldırıya çoktan yeşil ışık yakmıştı.
Türkiye ‘nin Rusya ile hasım haline gelmesi ne kadar yanlış ise, Kremlin’e güvenerek bir yol haritası düzenlemeye kalkışması da bir o kadar yanlış ve tehlikelidir. Rusya, üzerinde hesaplar yaptığı bir muhatabını yalnız yakaladığında acımasız olur; boğup atmaya çalışır. Bu açıdan Türkiye’nin Batı ile ilişkilerini, NATO üyeliğini hafife almak doğru değildir. Batı’lılar ve ABD Rusya’dan daha güvenilir ve dürüst olduklarından değil, rasyonel ve pragmatik politikanın gereği olduğu için Mustafa Kemal’in yaptığı gibi aklımızı kullanmalıyız. NATO üyesi Türkiye’nin bu ittifakın hala hedefi konumundaki Rusya’dan S-400’leri almasının savunma gücümüze ne kazandırdığı hala anlaşılmış değil; ama Rusya destekli Şam rejiminin saldırıları üzerine NATO’nun ittifakın 5.nci maddesine göre Türkiye’ye askeri destek vermesini istiyoruz F-35’leri almasak da önemli değil, deniyor, Rus Su-35’leri almanın hesabı yapılıyordu. Son yaşananlar umarım Rusya’ya nereye kadar güvenilebileceğini herkese göstermiştir.
Günümüz dünyasında küresel çapta hegomonik hesaplar yapan üç emperyalist güç , ABD, Rusya ve Çin arasında kalıp ezilmemek için çok dikkatli, uyanık hesaplı hareket etmek zorundayız . Moskova ile Washington arasında güçleri dengeleme adına yapılan zik-zaklar iki tarafta da kuşkular doğuruyor , fazla bir yararı da olmuyor. Sonuçta Türkiye ne yapacağı kestirilemeyen “güvenilmez” muhatap haline geliyor.
Şayet ciddi bir “beka”sorunumuzun olduğunu görüyorsak, dış siyasetimizi buna göre düzenlemeliyiz. Müslüman Kardeşler ve Mursi muhabbeti yüzünden Mısır ile, Filistin halkına yaptığı zulümlerden dolayı İsrail ile bozuşmamızın sonuçta kimseye bir yararı olmadı ; biz ekonomi ve ticaret başta olmak üzere , bir çok konuda işbirliği yapabileceğimiz iki muhatap yerine her konuda karşımızda olan iki “hasım” daha edinmiş olduk. Ülkemizde meseleleri kendi zihniyet dünyalarına göre yorumlayan bazıları için bu durum “değerli yalnızlık “ olarak nitelendirilip övülse de kaybeden Türkiye oluyor.
Bu günkü ortamda Suriye politikasında 2011’de iç çatışmanın başlamasıyla birlikte izlenen siyasetin yanlışlarını tartışmanın bir yararı olmaz. Olanlar oldu , şimdi ne yapacağımıza bakmalıyız; iç politika hesaplarını bir süre askıya alarak, kutuplaştırıcı dili, üslubu unutarak birlikte milli politika oluşturmak zorundayız. Şehit cenazelerinde hep beraber saf tuttuktan sonra herkes kendi yoluna yürüyüp giderse bu sorunun altında milletçe ezilip kalırız .
Eski Türk Ocakları Başkanı Nuri Gürgür
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.