Osmanlı Türkiyesi de biziz, şimdiki Türkiye de. Cumhuriyet de, meşrutiyet de, mutlakıyet de bizim rejimlerimiz. Rejimler kutsal değildir. Zaman ve zemin meselesidir. Dünyanın durumuna, kendi yapınıza uygun olanı seçersiniz. Biz önce Meşrutiyet’i, sonra da Cumhuriyet’i seçtik. İkisine de kötü veya iyi denemez. Nasıl anladığınız ve uyguladığınız önemlidir. İçini nasıl doldurduğunuz önemlidir. Birçok krallığın, şimdiki birçok Cumhuriyet’ten çağın değerlerine daha yakın olduğunu unutmamak lazımdır.
Bizim Cumhuriyet’e gelirken gösterdiğimiz olağanüstü irade ve ruh muazzamdır. İşte o ruhu bilmemek olmaz. İddia ile söylenebilir ki, öldü denirken dirilişimizin mucizesini Türk çocuklarına anlatmayı ve yaşatmayı beceremediğimiz için bu haldeyiz. Her tarafta sahtelikler bunu yapmadığımız için kol geziyor. Onun için, yüzüncü yılımızda soracağımız sorular arasında bakacağımız, ihmale gelmez bir husustur.
Can suyumuzu keşfetmemiz böyle mümkün olacak. Yoksa “Cumhuriyet fazilettir” gibi söyleyenin ağzında mücevher değerindeki bir söz bize düşünce kalp akçe haline gelir. Nitekim o manasızlığa düşmüş görünüyoruz. Gâzî, “fazilet”in ne demek olduğunu bilirdi. Derdi, rejimin adından çok taşıyacağı değerdi. Ona fazileti ancak erdemli insanlar yükleyebilirdi. Kastını böyle anlar ve bu uğurda çalışırsak bizim Cumhuriyetimiz hakikaten erdem yüklü bir rejim haline gelir.
Rejime yüklenen mana
Mesele rejim meselesi değildir. Ona yüklediğiniz manadır. Bugün, Avrupa’nın yarısı Meşrutiyet, yarısı Cumhuriyet rejimindedir. Demokrasi ayrı bir şeydir. Cumhuriyet veya Meşrutiyet rejimindekiler daha iyi durumda diyemeyiz. Fakat şunu apaçık bir gerçek halinde bütün dünya bilir ve söyler: İngiltereninki hala en iyi demokrasidir. İngiltere’de kral, kral(padişah) var, daha önemlisi kraliçe var. Cumhuriyet değil, Meşrutiyet rejimindeler.
Hadi benim dilime tam yakışmayan sözleri, İlber Ortaylı’dan ve Celâl Şengör’den almış gibi yaparak konuşayım: Birileri bu gerçekleri bizim cahillere anlatsın! Osmanlı Hanedanı ve entelijansiyasının bu rejim değişmelerini, gelişmeleri yakından takip ettiğini de anlatsın! İlber Hoca, Celâl Şengör’den başlayarak okuduğunu anlamamış veya okumamış okumuşlarımıza büyük devletin düşerken de büyüklüğünü anlatsın! İmparatorluğun En uzun Yüzyılı’nı anlatsın! Birilerinin bilmeden, anlamadan övdüğü hakıkaten büyük padişahımız 2. Sultan Abdülhamid‘in Atatürk‘ten daha batıya dönük ve batı hayatına yakın olduğunu anlatsın!
Anlatılacak ve anlaşılacak ne çok şey var. Akla karaya, yuhla alkışa sıkışmış hayatımızda eksiklerin acısı yakıcıdır. Cumhuriyet’le Osmanlı’yı kavga ettiren cahilliğin çoraklaştırdığı toprağı yüzüncü yıldan itibaren artık sulayalım. Birileri, Osmanlı idaresinin 100 yıldan fazla bir zamandır yapmak istediği ve yaptıklarının Atatürk‘le devam ettirildiğini anlatsın! Atatürk‘ün, 3. Selim‘in, 2. Mahmud‘un, Abdülmecid‘in, Abdülaziz’in, 2. Abdülhamid‘in, hatta 5. Mehmet Reşad’ın, Vahideddin’in tam bir devamı olduğunu anlatsın! Belki tek fark Meşrutiyet ve Cumhuriyet tercihindedir, anlatsın!
Padişahlar yetki devretti
Bu saydığım padişahlar, kendi yetkilerini kademe kademe başka kurumlara bırakarak geldiler. Çok önemli bir meseledir. Baştakilerin, hele mutlakıyet rejimine alışmış bir devirde ve toplumda yetki devri kolay iş değildir. Bunu iyi anlamak lazımdır. Şimdikiler onların devrettiği yetkileri de, daha ilerisini de kendilerine aldılar. Geriden geriye düştük. Bu kadar açıktır. Anlatacaklar bunları anlatsın! O, hiç benzemediği halde birilerinin sever görünerek kullandığı, birilerinin Atatürk üzerinden söverce yüklendikleri, reddettikleri babaları Osmanlı’yı anlatsınlar. Cumhuriyet, ceddini reddeden nesiller istemez. Atalarını, iyi taraflarıyla kötü taraflarıyla tanıyan ve sahiplenen nesiller ister, anlatsınlar!
Atatürk, kendisinden öncekilerin yaptıklarının eksik kalan kısımlarını tamamlamak için fırsat bulmuştur. İstediğini yapacak bir ortam hazırlamıştır. Zor ve zorlu bir iştir. Onda bunu başaracak deha vardır. Zayıflayarak savaşlarla ülkeler kaybettikten sonra, büyük kurtarıcı yeni devletin rejimi ile beraber çok şeyi değiştirmiştir. Eskiden devam edenler daha çoktur. Kurumlarımıza bakanlar bunu anlar. Tarihçiler bize bu açık gerçekleri anlatsınlar.
Tarihçi dostlar!
Bunları yazmak, anlatmak “Yağmur kulunuz“a düşmeyecek kadar çok yönlüdür ve bin bir ayrıntıyla yüklü derin konulardır. Türkiye bu cehaletten kurtulacaksa, önce siz ve sosyal alanların uzmanları konuşacaksınız. Yoksa kula kulluk edenler şimdiki gibi ortalığa karbon saçmaya devam edecekler. Çağdaş köleler, hallerine bakmayıp tarihe, Türklüğe iftira etmeye devam edecekler. “Kula kulluk edenler” diyen cahiller ve gerçek manasında kullar, sakatlanmış psikolojilerini göstermek için meydanı boş bulacaklar. İçler acısı halimiz budur.
Sıkça tekrarlamak da bana düşecekse söyleyeyim: Osmanlı diyenler Osmanlı diyerek bir şeyler uyduruyorlar, Osmanlı’ya, tarihimize iftira ediyorlar. Osmanlı ile dediklerinin ve yaptıklarının hiçbir ilgisi yok. Evet yok. Osmanlı anlayışı, yani devletimizin temel görüşü Cumhuriyet’te ve kurucusu Mustafa Kemal’de devam etti. Saydığımız padişahlar dünyaya nasıl baktılarsa, dehasının yarattığı farkla Gâzî de öyle bakıyordu. Zaten o devlet anlayışıyla yetişen neslin öne çıkanlarındandır. Yaptıklarına bakın, yakın tarihe bakın anlarsınız. Eleştirilecek hususlar da dâhil aynı görüşün devam ettiğini görürsünüz.
Gerçek nerde?
Ama hayır, biz gerçeği aramıyoruz. Çocukluğumuzda, Toros yaylalarında obalar arasında toplu çocuk kavgaları olurdu. Şimdi biz de kendi mahallelerinden karşıya ok fırlatanlarız. Yaptığımız yalnız bu değilse de çoğunlukla bu. Bunu görecek ve çocuk olmadığımızı fark edeceğiz.
Cumhuriyet diyenler, kendi ajandalarını, ideolojik ezberlerini tartıya çıkaracaklar. Bazıları, Atatürk’ü öyle bir yere sıkıştırıyorlar ki Atatürk gelse ilk önce bunları susturur. Diğerlerinde Osmanlı ve din olmadığı gibi bunlarda da Atatürk yok.
Açık gerçeği görmezsek çıkış yolunu bulamayız. Güya seven ve güya nefret eden cahilleriz. Konuşmalarımız, cehaletin gözümüze sokulmuş örneğidir. İbretlik bir iştir. Bilelim ki manzaramız bütünüyle perişanlıktır.
İki ucu söyledim; bir de üçüncüler var. En kalabalık olanlar belki de bu üçüncülüğe düşen Cumhuriyet’i kuran fikri savunduğunu zannedenler. Sözü doğrudan söyleyecek yerdeyiz: Türk diyenlerin de Türk’ten haberleri yok. Hâlbuki tarihten habersiz olana milliyetçi denemez. Millet, tarihiyle millettir. Memleket, uydurmaların sloganlarına kaldıysa bir adım yol alamayız. Ve bu kadar perişanlık ortasında susamayız. Mustafa Kemal önderliğinde o “ilahî kadro” susmadı.
İki cehalet arasındayız
Hükumetimiz Cumhuriyet’in yüzüncü yılını bile bile karartmaya kalktı. Bu açıktır. 28 Ekim’de Gazze mitingi koymakla açık inkârın ötesinde bir iş yaptığımızı bileceğiz. Dünyada ülkesinin, rejiminin yüzüncü yılına karşı böyle davranan bir yönetim örneği arasanız bulamazsınız.
Bir başka gerçeği söylemenin de tam yeri ve zamanıdır: Bugünkü yöneticilerimiz varlıklarını ve bu makamlara gelişlerini Cumhuriyet’e borçludurlar. Eğer rejim değişmeseydi, devlet başkanlığı makamında Osmanlı hanedanından biri Padişah olarak oturacaktı. Diğerlerinin ancak Başbakan olma ihtimalleri olabilirdi. Bunun imkânsız olmadığı söylenebilir. Fakat Osmanlı hanedanının devam ettiği bir yerde, hele İstiklâl Harbi sonrası dine dayalı dar bir görüşle hareket eden kurgunun bizde iktidar şansı hemen hemen yoktu. Dünyada da yoktu. Vatikan din devleti dışında bir örnek çağdaş dünyada yoktur. İkinci Cihan Harbinden sonra doğan İsrail’i aynı yere koyamayız. Tabii, onların marjinalleri de devlet hayatına hâkim olamaz.
Bizde İslam Cumhuriyeti adıyla ortaya çıkanların hali ortada. Dünyanın en yaşanmaz bölgeleri arasında bu ülkeler var. Evet kendisine İslam devleti diyen veya Müslümanım diyen ülkelerin hali içler acısı. Terörle anılır hale geldik. Bu algıyı büyüttüler ve işte görüyorsunuz Gazze’de görülmemiş derecede vahşet, “Bunlar bizi kesecekler..” propagandası üzerinden yürütülüyor ve dünya da buna kolayca kanıyor. Yani mesele sadece bize düşmanlık değil. Biz, biz değiliz.
Ya biz?
Biz de dinden uzak din sosuyla diğer Müslüman ülkelere benzemeye hızla gider görünüyoruz. Düşünmeden hareket ediyoruz. Gazze için miting yapmak öyledir. Devlet miting yapmaz. Yapacağı, yapabileceği neyse onu yapar. İncelikle ve ustalıkla yapar. Bağırmakla bir şey halledilmez. Diplomasi ve devlet dili sizi bağlar, baştaysanız bağlamalıdır. İçerde birbirinize söyleyeceğiniz sözleri âleme ilan edemezsiniz. Onları iyice tedirgin edersiniz ve bir haklılık payı da buradan çıkarmalarına yol açarsınız. Gücünüzü zayıflatmışsınız. İçeriniz karışık. Hazineniz tamtakır. Ondan bundan para dilenirken bağırmanız sizi vuracak bir bumerangtır. Ayrıca, kendi devletinin yüzüncü yılına soğuk bakan idareye kimse saygı duymaz.
Şayet maksat ters bir inkılap ise –ki öyle görünüyor- bunu başarmak için şartların uygunluğu ve hiç olmazsa çeyrek Gâzî çapında bir lider profili ve ona uyacak bir kadro gerek. Bugünün dünyasında öyle biri yok. Bizde de yok.
Bu Cumhuriyet, her şeye rağmen sağlam kalmış bir yaşama kültürünün eşlik ettiği büyük bir mücadeleden sonra kuruldu. Bu yapıyı bozmak mümkün fakat bu şartlarda yıkmanın imkânı yoktur. Sahte din kurgusu ülkeyi sarsa da yoktur. Zaten yıkıcıların yapıcı gücü görülmemiştir. Burada hiç görünmüyor. Bu tozlar bir silkinişte gider. İşaretler şimdi de var. Onu görmek lazım.
Bu memleket sürprizlidir
100.yılında Cumhuriyet’i anlamak önemliydi. Neleri yaptığımızı ve neleri yapamadığımızı bilmek önemliydi. Böyle bir anlama gayreti görülmedi. Daha açığı, iktidardakiler bir şey yapmamayı seçtiler. Cumhuriyet’in yüzüncü yılında bir hatıra abidesi bile dikilmedi. Dünyanın şaşacağı iş budur. Çünkü böyle yıldönümlerinde normal memleketlerde kutlamalara bile yıllarca hazırlanılır. Bunlar bizde konuşulamadı da. Ya yuh ya alkış kumpanyaları düşünceyi boğdu. Fakat başka bir şey oldu.
İnsanımız olanlara karşı seyirci görünür, bazıları bunu kabul ettiği şeklinde anlar. Yanılırsınız. Sonunda diyeceği, yapacağı herkesi şaşırtır. Şimdi de bunun bir örneği yaşanıyor: İktidar cenahının karartması ve muhalefetin yokluğu halkın büyük bir kesiminde “iş başa düştü” duygusunu uyandırdı. Cumhuriyet’e ve Atatürk’e bağlılık katsayısı yükseldi. Bayraklar asıldı, şaşılacak güzellikte gösteriler, kısa filmler, fotoğraflar, resimler, tablolar hazırladılar. Maçlarda pek güzel koreografiler sundular. Onlarca marş bestelendi. Şahıslar, gruplar nasıl kutlamalar yapacaklarını düşünmeye ve uygulamaya başladılar. Bir heyecan rüzgârı estirmeyi başardılar. Millî gurur ayağa kalktı. Karartanlar böyle de kaybetti.
Büyük bayramımız kutlu olsun! Türkün büyük Başbuğu aziz Atatürk’e, yakın çalışma arkadaşlarına yüzyılımıza hizmeti geçenlere sonsuz şükran ve minnet!