Türk milleti, Gazi unvanına sahip TBMM'nin 100. kuruluş yıl dönümünü kutlamaya hazırlanırken, Türkiye Gazetesi'nde Atatürk'e iftiraların yer aldığı skandal bir yazı yayınlandı.
Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci'nin "Ankara Meclisi 100 yaşında" başlıklı yazısında Atatürk'e yönelik, "Padişah’a ihanet etti… İngilizlerle işbirliği yaptı… Tevkif edilmekten korktu… Sivil darbe yaptı… Yandaşları dışında kimseyi seçtirmedi…" gibi ifadeleri kullandı.
Ekinci, Atatürk’ün İngilizlerle planlı bir işbirliği içinde olduğunu ve onların desteğini alarak yaveri olduğu padişahın “ipini çektiğini” yazdı.
Kurtuluş Savaşı’nı veren Gazi Meclis’in kuruluş sürecini “sivil darbe” olarak nitelendiren Ekinci, Atatürk’ün Meclis’in yetkilerini kullanmasına izin vermeyen bir diktatör olduğunu da ima etti.
Ekinci’nin yazısı şu şekilde:
Alternatif hükûmet
1918, Osmanlı Devleti’nin felâket yılıdır. Ordu mağlup olmuş; İstanbul fiilen işgal edilmiştir. İttihatçıların ekseriyette olduğu meclis feshedildi. Kendilerinden hesap sorulacağından korkan komitacı liderler yurt dışına kaçarken, geride kalanlara iktidar mücadelesini sürdürme talimatı verdi. Bunlar, mukavemet perdesi altında mücadeleye girişti.
Bu arada Karadeniz mıntıkasında çetelerin Rumlara baskı yaptığı haberi geldi. Bu, müttefikleri tahrik edip, işgali genişletebilirdi. Bundan korkan İstanbul, bu hareketi kontrol altına alıp, sulh müzakerelerinde elinde bir koz tutmayı düşündü.
Bunun için Anadolu’ya gönderilmek üzere seçilen kişi, padişahın yaverlerinden, yani askerî müşavirlerinden Mustafa Kemal Paşa’dır. İttihatçı maziden gelen Paşa, popülaritesi ve Enver Paşa’ya muhalefeti sebebiyle müttefiklerin de kabul edebileceği bir isimdi.
Ama işler, İstanbul’un arzusu gibi gitmedi. Paşa, sivil ve askerî mukavemet hareketini arkasına alarak Sivas’ta Heyet-i Temsiliye adıyla alternatif bir hükûmet kurdu. Ayrıca seçimlerin yenilenmesi kararı çıktı.
Heyet-i Temsiliye, içten içe seçime karşıydı. Zira yeni meclis toplanınca, işi bitecekti. Bu sebeple Paşa, meclisin İstanbul’da değil, demir yolunun geçtiği merkezî bir şehir olan Ankara’da -kendi kontrolünde- toplanmasını istedi; muvaffak olamayınca, başka bir yol izledi.
Planlı bir oyun
1919’da yapılan seçimlerde, Ankara’daki yeni hareket, kendi yandaşları dışında kimsenin seçime katılmasına izin vermedi. İki kişi dışında, seçilen 140 mebusun hepsi Ankara’nın adamıydı. Kemal Paşa, seçildi; ama tevkiften korktuğu için gitmedi. Mebusların 1/3’i Meclis'e katılmadı.
12 Ocak 1920’de İstanbul’da toplanan Meclis-i Meb’usan, mübalağalı bir sulh manifestosu Misak-ı Millî’yi kabul edince, 16 Mart’ta İngilizler Meclis'i dağıtarak Ankara’nın önünü açtı.
İşi, Ankara’dan gönderilen Rauf Bey (Orbay) yürütmüştür. Nitekim hatıralarında, canını ortaya koyarak İngilizleri tahrik edip meclisi basmaya ikna ettiğini; bunu önceden Paşa ile kararlaştırdıklarını anlatır.
Mebusların ileri gelen birkaçı İngilizlerce Malta’ya sürülmüş; bir kısmı Ankara’ya kaçmıştır. Ankara’nın istediği de budur. Böylece Ankara, mukavemetin merkezi; Mustafa Kemal de münakaşasız lideri hâline gelmiştir.
İşleri meşveret iledir
Yeni meclis, 23 Nisan 1920’de, Ulus’taki İttihat ve Terakki Lokali olan Ankara taşından 2 katlı yeni ve abidevi bir binada 115 kişiyle toplandı. Ankara’yı işgal eden Fransızlar, kışla olarak kullandığı bu binayı boşalttı. Çatı kiremitleri evlerin damlarından, milletvekili sıraları Ankara Muallim Mektebi’nden, mobilyalar resmî dairelerden, gaz lambaları kahvehanelerden getirildi.
Meclis'in açılışı cuma gününe getirildi. Açılmadan evvel, Hacıbayram Câmii’nde namaz kılınıp, dua edildi. Adaklar kesildi, Buhârîler okundu. Meclis salonunun duvarında, “Onların işi meşveret iledir” mealindeki âyet-i kerime asıldı. Bunlar, Osmanlı Devleti’nde bile rastlanmayan gösterilerdi.
Bir yandan padişaha hürmetkâr; ama İstanbul hükûmetlerini ağır itham eden bir politika takip edilmiş; Anadolu vilâyetleri, yavaş yavaş güzellikle veya zorla Ankara’ya bağlanmıştır.
Meclis Hükûmeti
Meclis'in reisliğine Mustafa Kemal Paşa getirildi. İlk konuşmasında, padişahı övdü ve kendilerinin onun itaatkâr kulları olduğunu beyan etti: “İnşallah padişah-ı âlempenah efendimiz hazretlerinin sıhhat ve âfiyetle ve her türlü kuyûdât-ı ecnebiyyeden âzâde [ecnebi baskısından kurtulmuş] olarak taht-ı hümâyunlarında dâim kalmasını eltâf-ı ilahîden tazarru eylerim [Allah’tan dilerim].”
Meclis, İstanbul’dakinin devamı gibi davranıyordu. Nitekim ilk olarak, Meclis-i Meb’usan’ın tamamlayamadığı ağnam vergisi ile alâkalı teklifi görüşmeye açmıştır. Böylece Meclis'e bir meşruluk temeli bulunmuş; hareketin isyan olmadığına dair imaj verilmiştir.
Bununla beraber memleketteki bütün icraatın yegâne mercii olarak meclis gösterildi ki, bu, Ali Şükrü Bey’in tabiriyle, bir ihtilal meclisidir. Hatta Hasan Basri Çantay, Ağustos 1920’de meclis kürsüsünden halifeyi tanımadığını açıkça söyleyebilmiştir.
Meclis, 1921 tarihli Teşkilat-ı Esasiyye Kanunu ile yasama, yürütme ve yargı gücünü elinde tuttuğunu deklare etti. Bunda bulunmayan hükümler için, Osmanlı Kanun-ı Esasî’si tatbik olunuyordu.
Meclis Hükûmeti adı verilen bu sistemde, parlamento güçlüdür; Meclis çatısı altında faaliyet gösteren bir heyet, kabine gibi icra işlerini yürütür. Ayrıca başbakan ve cumhurbaşkanı yoktur. Zira Rousseau’nun tesirindeki Kemal Paşa, kuvvetler ayrılığına şiddetle karşıdır.
Neo-İttihatçılık?
Meclise evvela Millet Meclisi deniyordu. Sonradan Meclis-i Meb’usan’a ilaveten, “genişletilmiş meclis” manasına Büyük Millet Meclisi; 1921'de Türkiye kelimesi eklenerek Türkiye Büyük Millet Meclisi dendi.
Mensuplarına artık mebus değil, milletvekili deniyordu. Bunları müdafaa-i hukuk cemiyeti direktifiyle, -halk değil- vilayet, sancak, belediye meclisi ve ikinci seçmenler seçmiştir.
Meclisin yekûnu 437’dir. 66 sancaktan peyderpey 349 kişi ve dağıtılan İstanbul meclisi âzâlarından 82’si Ankara’ya geldi. 1922’de Malta’dan dönen 14 eski İstanbul meclisi âzâsı da katıldı. Gelmeyen veya gelemeyenler 30 kişidir.
Meclis'te, sonradan Sovyetlere verilen Batum temsilcileri bile vardır Bugün kaza olan Biga, Doğubayezid, Ergani, Gelibolu, Genç, Oltu ve Şebinkarahisar, o zaman sancak olduğu için milletvekili göndermiştir.
Milletvekilleri, memur (%36), serbest (%34), asker (%15), ulema (%9) olmak üzere çeşitli meslek ve sosyal sınıflara mensuptur. %42’si yüksek tahsillidir. %60’ı ecnebi lisan bilmektedir. %42’si 35-40 yaş arasındadır. Sarıklı, fesli, kalpaklı, poşulu hâlleriyle mütecanis gözükmeyen milletvekillerinin zihniyetleri aslında birbirine yakındı.
İktidarı 10 sene elinde tutan İttihat ve Terakki Fırkası, taşrada teşkilatlanma imkânı bulmuştu ve güçlüydü. Bu sebeple milletvekillerinin büyük ekseriyeti ya bizzat İttihatçı, ya da sempatizan idi. Ankara Hareketi, bir manada Yeni-İttihatçı bir hareket olarak görülmüştür. İstanbul’un Ankara’ya karşı temkinli duruşunun ve halk isyanlarının bir sebebi de budur.
Nüfusun hâlâ mühim bir kısmını teşkil ettiği hâlde, bir tane bile gayrimüslim milletvekili yoktur. Bu da Meclis'in demokratikliğine gölge düşüren başka bir husustur.
Kız gibi meclis...
1921’de askerî vaziyet kritikleşince, Meclis'in salâhiyetleri başkumandan sıfatıyla Kemal Paşa’ya devredilmiş; 1922’deki 3. uzatmadan sonra bu salâhiyeti geri almak isteyen Meclis'e meydan okuyarak devletin fiilî hâkimi hâline gelmiştir.
Duvardan “Onların işleri meşveret iledir” âyeti indirilip, yerine “Hâkimiyet milletindir” yazısı asılmıştır. Böylece vatanı düşmandan, padişahı da esaretten kurtarmak üzere açılan Ankara Meclisi, 2 sene sonra 1 Kasım 1922’de padişahın da ipini çekmiş; sivil bir darbe ile rejimi tamamen değiştirmiştir.
İlk Meclis'te siyasî partiler mevcut değildir. Meclis'te sonradan Halk Partisi adını alacak olan Birinci Grup hâkimdir. Karşısında İkinci Grup diye bilinen sert bir muhalefet vardır. Bunlar, tutucu kişiler değildir. Bilakis şahıs diktatoryasına karşı, demokrat ve liberaldir.
Ateşli muhaliflerden Trabzon milletvekili Ali Şükrü Bey, hususi muhafız Topal Osman tarafından katledilmiştir. Bu cinayet, ilk Meclis'in şerefine gölge düşürmüştür.
Birinci Grup bazen öyle sıkıştırılmıştır ki, Gazi, 28 Haziran 1923’te Meclis'i dağıtıp kendi tabiriyle “Kız gibi bir meclis” kurarak, tamamı kendi taraftarlarından teşekkül eden yeni bir Meclis kurdu. Lozan’ı bu Meclis'e kabul ettirebilmiştir. Ertesi sene yeni binasına taşınan ve Büyük Önder’in talimatları istikametinde inkılâpları yapacak olan Meclis, artık budur…”
DÜRRİZADE’Yİ HATIRLATTI
Şeyhülislam Dürrizade Abdullah Efendi de, 11 Nisan 1920’de, TBMM’nin açılış arifesinde yayımladığı fetvada tıpkı Ekinci gibi Atatürk’ü “halifeyi tanımamakla” suçlamış ve böyle hedef göstermişti:
“Dünya düzeninin nedeni olan İslâm Halifesi (Yüce Allah, onun hilâfetini kıyamet gününe kadar sürdürsün) Hazretlerinin yönetimi altında bulunan İslâm beldelerinde bazı kötü kişiler, aralarında birleşip ve kendilerine başkanlar seçerek Padişah’ın bağlı uyruklarını hileler ve yalanlar ile kandırmaya ve yoldan çıkarmaya, Padişah’ın yüksek emirleri olmadan halktan asker toplamaya kalkışıp, görünüşte askeri besleme ve donatma bahanesiyle ve gerçekte mal toplama sevdasıyla kutsal şeriat ve Padişah’ın emirlerine aykırı olarak birtakım salma ve vergiler kesip, çeşitli baskı ve işkencelerle halkın mallarını ve eşyalarını yağmalamak ve bu yoldan Allah’ın kullarına zulmetmeye ve suçlar işlemeye, memleketin bazı köyleri ve bölgelerine hücum ile kırıp döküp, yerle bir etmek, Padişah’ın bağlı uyruklarından nice günahsız kimseleri öldürdükleri ve masum kanlarını döktükleri, müminlerin Emiri olan Padişah emrinde bulunan bazı dîni, askeri ve mülkî memurları kendi başlarına görevden alma ve kendi kötülük arkadaşlarını tayin, hilâfet merkezi ile memleketin ulaştırma ve haberleşme yollarını kesmek, devletçe gönderilen emirlerin yapılmasını yasaklamak, hükümet merkezini diğer bölgelerden ayırmak suretiyle halifelik otoritesini kırmak ve zayıflatmak amacıyla yüksek halifelik makamına ihanet suretiyle Padişaha başkaldırmakla, Devlet-i Âliye’nin düzenlerini, memleketin âsayişini bozmak için yalanlar yaymak ile halkı kışkırtmaya ve kargaşalığa gayret etmekte oldukları açıklanmış ve gerçekleşmiş olan adı geçen başkanları ile yardakçıları ve onlara bağlı olan kimseler eşkıya düzeyinde bulunup, dağılmaları hakkında gönderilmiş bulunan yüksek emirlerden sonra hâlâ inat ve bozgunculuklarında direnirlerse, adı geçen kimselerin kötülüklerinden ülkeyi temizlemek ve zararlarından halkı kurtarmak gerekli olup, ’Fe-katilü elleti tebga hatta tefaa ile emerillah’ Kuran ayeti gereğince katledilmeleri ve gerekirse kitle halinde öldürülmeleri yasal ve zorunlu olur mu? Sorusunun yanıtı: Gerçeği Allah bilir ki, olur! …Bu suretle halifenin askerlerinden olup da eşkıyaları katledenler gazi ve eşkıyalar tarafından katlolunanlar şehit ve günahlarının bağışlanması için Hz. Peygamberin aracılığına nail olurlar mı? Sorusunun yanıtı: Gerçeği Allah bilir ki, olur! ”
Kaynak Yeniçağ