Türk Ölür Ama Teslim Olmaz !

Rahmetli dedem Hüseyin GÜLEL, 1893 Miladi, 1309 Hicri yılda doğmuştur. Hacıefendi Oğullarından Ümmügülsüm ile İbrahim’in ilk çocuklarıdır...

...İri yapılı, güçlü, kara yağız, geniş omuzlu bir genç iken, henüz yirmisine girmeden; babası İbrahim Efendinin gönüllü askerliğe yazılmasına kızan annesi Ümmügülsüm, oğlu Hüseyin’i, kocasının yerine askerliğe gidip, devam etmekte olan Balkan Savaşına katılmasını istemiştir. Daha geride altı çocuğu olan İbrahim Efendiye, bu çocuklara kima bakacak demiştir. Ellisini çoktan geçmiş İbrahim Efendi kendi yerine ilk oğlu Hüseyin’i böylelikle askere göndermiştir.

 

Yirmisine girmeden babasının yerine askere giden dedemin bu askerlik serüveni tam oniki yıl sürmüştür. On iki yıllık askerlik hayatına İstanbul Beyoğlu Kışlasında başlamıştır. Yedi sekiz ay sonra bileğine bağlanan bir asker kaçağı ile yürüye yürüye üç ayda Yemen’e varmışlar.

 

Ah o Yemen dedem de ne unutulmaz hatıralar bırakmıştır. Bu hatıralara değişik şekillerde yazıya dökmeye gayret ediyorum. Dedemin yüreğinde derin izler bırakan bu savaş yıllarının unutulmayan ve üstü kapanmış altında acıların gizlendiği bu hatıralarını bir çok kez rahmetli dedemden dinledim. Her anlatışında adeta dedem o günleri tekrar tekrar yaşardı. Büyük Türk Milleti, bir devri ve isimsiz kahramanları unutmasın der gibi yaşayarak anlatıp, bizim hafızamıza nakşederdi. Yıllar geçtikçe rahmetli dedemden dinleyenlerin bir çoğu ya unuttular, ya da dünyayı terk ettiler. Artık yazılması gerekli olduğunu düşünerek parça parça kaleme almayı arzuladım. Kalem tutanların bu kahramanlıkları, acıları, sıkıntıları, zorlukları, yenilgileri, hiyanetlikleri, tekrar ayağa kalkışı yazmalıyız ki, yeni kuşaklar; bu vatanın gazete kuponuyla alınmadığını, Türk Devletini’nde başkalarının himmetiyle kurulmadığını bilsinler.

 

Rahmetli dedemin kurrasından tam yirmiyedi genç köylüsü askere alınmış. Yani Seyidi Bala’dan (Yukarıseyit’ten) bir gidişte yirmiyedi genç gitmiş. Rahmetli dedem, Birinci Dünya Savaşı’nda bulunduğu gibi iki kardeşiyle birlikte İstiklal Savaşı’nda da bizzat katılmıştır. Muzaffer Türk Ordusuyla İzmir’e girenlerdendir. Oniki sene süren askerlikten sonra İstiklal Savaşı’nın bitmesiyle yaşdaşlarından jandarma olan Şerli Osman, Lahanacıllardan sıhhıye olan Halil ile bando başçavuşu olarak bir de dedem; sağ olarak üç kişi dönmüşler.

 

Rahmetli dedemden dinlediğim Yemen hatıralarından birisini yazmaya çalışacağım. Sanırım bazı torunları ve hâlâ yaşayanlardan bu anıları dinleyenler olmuştur. Gerçi bazılarına bir masal gibi gelen böyle hatıralar; bu gün havzalamız almasa da yaşanmış gerçeklerdir.

 

Yemen müdafaası yapılırken; onun rivayetine göre otuzaltıbin kişilik bir askeri güçle, İngilizlere karşı, Yemen ve Kızıl Deniz’in girişini savunuyorlarmış. Aç ve susuz kalmalarına rağmen kesinlikle teslim olmayı ve esareti kabul etmemişler. Fakat, 1917’de Yemen ve Hicaz’da patlak veren isyanlar, özellikle Şerif Hüseyin’in İngiliz tarafgirliği ile İsyan etmesi sonucunda; Yemen’de savaşan yiğitlerin İstanbul ile bağlantısı kesilmiş. Silah, cephane ve iaşe nakli; Lavrens’in peşinde koşan ve Türkler Müslümanlıktan çıktı deyip Hıristiyanlardan medet uman sözüm ona bazı Arap isyancıları yüzünden kesintiye uğramış. Bu günkü Filistin’in durumuna sebep olan sözüm ona Müslüman geçinen Arap isyancılardır.

 

Şerif Hüseyin’in İngiliz yanlısı siyaseti ile İslam Halifesinin askerlerine karşı bedevileri ve Arapları saldırtmış ve Türk askeri teslim olmak zorunda kalmışdır. Yemen’de esir alınan Türk kuvvetleri, etrafı tel örgü ile çevrilmiş. Sıcak, bitkinlik, bakımsızlık, İngilizlerin açlığa ve hastalığa terk ettikleri Türk kuvvetleri; her gün bulaşıcı hastalıklardan ve açlıktan dolayı kayıplar vermektedir. Silahlardan arındırılmış olan Türk kuvvetlerinin elbiseleri dahi soyulmuştur. Baş ve kollar için birer delik bırakılan adi çilteleri Türk askerine giydirip Yemen Çöllerinde gölgesiz yerde toplama kampı kuran İngilizler ve yerli uşakları, bir nevi Türk askerinin ve milletinin şerefi ile oynanıp, ona hakaret etmişlerdir. O amansız sıcaklardan ve bulaşıcı hastalıklardan her gün otuz kırk hatta daha fazla asker ölmekteymiş. Ölen askerlerimizi açılan çukurlara atarlarmış ve üzerlerine kireç gibi şeyler dökerlermiş. Ağızları köpüre köpüre ölen bu yiğitlerin durumu dedemi çok etkilemiş.

 

Sıcak çölde bu şekilde yaşamanın insana ne kadar zor geldiğini gören dedem, aynı zamanda bando takımının başçavuşudur. Esaret anlaşması yapılırken bando kumandanı, “Artık teslim olduk! Bundan sonra ne yaparsanız yapabilirsiniz, serbestsiniz. Benim bir yetkim yok. Bando senden soruluyor Hüseyin Çavuş!” demiş. Kumandan böyle söyler de, erat onun sözünü tutmaz mı? Artık yetkiler dedemde olduğu için; düşünür. En yakın arkadaşlarına; “Sıcağın altında açlıktan öleceğimize, gelin isyan edelim de bizi kurşuna dizsinler!” der. Onlar da böyle bir ölümü daha şerefli bulurlar. Bir gün İngiliz karargahından; “Bando takımının çalgı ve sazlarını” teslim etmeleri için bir emir gelir. Dedemlerin beklediği an gelmiştir. Verdikleri cevap kısa ve kesindir: “Teslim etmeyeceğiz!”

 

Sana Bölgesinde bulunan dedemin emrine bırakıllmış olan bando takımının bütün efratı ağzı köpürerek ve acılar içinde kıvranarak değil, kurşuna dizilip şehadete ermeyi daha şerefli bulmuşlar. Bu kısa cümle hemen “isyan” olarak adlandırılır ve dedemler bütün bando takımı olarak; İngiliz karargahına bulundu Aden’e kamyonlarla götürülmüşler. Dedem, emri altında bulunan bando takımındaki arkadaşlarına; “Biz yenilmiş bir ordunun bando takımı değiliz. İngiliz kumandanlarının yanına yaklaşırken çok canlı ve coşkun bir şekilde Sultani Marşını (o zamanki milli marş olsa gerek) çalacağız ve başlarınız yukarda olacak, sazlarında ucunu havaya kaldıracaksınız. Biz yenilmedik!” demiş.

 

Kumandanlara yaklaştıkları zaman, o zaman ki milli marşlarını çalmaya başlamışlar. Bizim kumandanlarda İngiliz kumandanlarının yanındaymış. Henüz bellerindeki kılıçları İngiliz işgalcileri tarafından alınmamış. Bizim bando takımını görünce, istiklali temsil eden marşı işitince “Paşaların gözünden sicim gibi yaş geldi” derdi rahmetli dedem. Bando takımı gereken gösterisini yaptıktan sonra o zaman ki işgal kuvvetleri kumandanı olan Lord George J. Younghusband’ın (Aden Tugayı Komutanı) önüne gelirler ve selamlarlar. Bu arada tercüman dedeme yaklaşarak aynen şöyle hitap eder:

 

“Domuz oğlu domuz Türkler, payitahtınız (başkentiniz) elden gitti. Hala diktatörlükten kalmıyorsunuz!” der.

 

Ölümü, kurşuna dizilmeyi göze almış olan dedeme fırsat doğar;

 

“Domuz olsam Urum, Ermeni olurum bilmem nesini (...) ettiğim!” diye karşılık verir. (Bu tabiri aynen yazmadım ama ses kayıtında var)

 

Dedemin bu tepkisini İngilizlere tam tercüme edip, Türkleri zor duruma düşürmek isteyen tercümanın oyununu; Lord George J. Younghusband’ın uzun yıllar İstanbul’da yaşamış olan ve Türkçeye vakıf yegeni tarafından bozulur.

 

“O vakite kadar, Lord George J. Younghusband’ın yegeni bir şeyler patırdadı. İngiliz işgal orduları kumandanı Lord George J. Younghusband’ın, tercümanı yanına çağırdı. Onu adeta azarlar gibi bir şeyler söyledi. Daha sonra tercüman yanıma gelerek;

 

“Kardeşim sazları niçin teslim etmiyorsunuz?” diye sordu.” diyen dedem, rahat bir nefes aldıktan sonra;

 

“Söyle bu alçak İngiliz’e! Bu g... İngiliz’e (Burayı da biraz kısa kestim) Bu sazları kıracağız ama yine teslim etmeyeceğiz! Biz ona yenilmedik. Versin bizim silahımızı! Gideceğiz çöle. Orada aç olsak da şerefimizle savaşacağız ama teslim olmayacağız! Bizi al ilen (hile ilen) esir aldı. İki ayda Kostantaniye’ye çıkaracaktı ama sözünde durmadı. Versin silahımızı! Aç kalacağız ama teslim olmayacağız! ... ” demiş.

 

Bu cevap karşısında duygulanan Lord George J. Younghusband,

 

“Türk ölür, ama teslim olmaz!” demiş.

 

Ardından da dedemin bando takımına bir ev tahsis ettirmiş, efratına üç sarı lira, kendisine de beş sarı lira maaş bağlatmış ve bunu da bir berat ile tasdik etmiş. İki sene boyunca dedemler bu maaşı almışlar. Hatta Mısır’daki toplama kamfı Sidi Beşir’de geçerli olmuş ve o belge sayesinde bütün bando takımı rahat etmişler. Bandosunun bütün sazları ellerinden alınmamış. Daha sonra bando takımıyla beraber İngilizler onları Mudanya’ya çıkarmışlar.

 

Gerek Sidi Beşir’de ve gerekse Mudanya’da, sazları mareşal Fevzi Çakmak’a teslim ederek Kuvvay-i Milliye’ye katılmışlar. Diğer hatıraları başka bir zamana bırakıyorum. İsimli isimsiz kahramanların ruhları şad olsun.

 

Halil GÜLEL

Düsseldorf / 30.03.2018

 

 

HALİL GÜLEL KİMDİR?

1955 yılında Denizli’nin Çal ilçesi Yukarıseyit Köyünde doğmuşum.

 

İki yaşında iken çocuk felci hastalığına yakalanmışım.

 

Hiç bir teste tabi tutulmadan yapılan penisilin iğnesiyle hastalığım daha ağırlaşmış.

 

1960 yılında köyümüzde öğretmenlik yapan Orhan ERİŞEN sayesinde Hacetteki Üniversitesi Çocuk Kliniğinde ameliyatlar geçirerek koltuk değnekleri ile yürümeye başladım. 

 

İlkokulu köyümde, orta okulu Çal’da, liseyi de Denizli Lisesi’nde 1974’te bitirdim.

 

Aynı yıl İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nin açtığı yetenek sınavlarında iki bölümü birden kazandım ve Yüksek Resim Bölümü’nden 1980 yılında yüksek lisans diploması alarak mezun oldum.

 

13.11.1980’de Düsseldorf Kunstakademisi’de ustalık eğitimi görerek 1982’de eğitimimi tamamladım.

 

1982’de beri Düsseldorf’ta öğretmenlik yapmaktayım.

 

Bir çok kişisel ve karma resim sergisi yaptık.

 

Resmin yanında şiir ve diğer edebiyat dallarıyla da ilgili basılmış kitaplarımız var.

 

Evliyim ve iki çocuğumuz var.

 

 

Yaşam Haberleri

PASVAK ‘Büyüklerimiz Yalnız Değildir’
Nikah ücretlerinde rekor artış
Ankaralı Turgut'un vasiyeti ortaya çıktı
Ünlü yönetmen Şerif Gören hayatını kaybetti
SADİ ZTEKİN HOCA'NIN ACI GÜNÜ