Türk Müslümanlığı!

Kanaatimizce günümüz dünyasının en temel problemlerinden birisi kişinin Ben dediği varlığı tanımlama ve anlama sorunudur.

Denizli Türk Ocakları Başkanı Mehmet Nuri Serbest Akis Haber İçin Türk Müslümanlığını Yazdı.

Allah in selamı üzerinize olsun.

Kanaatimizce günümüz dünyasının en temel problemlerinden birisi kişinin  Ben dediği varlığı tanımlama ve anlama sorunudur.

Ben'likler kişiye daha ilk bilgi almaya başladığı anda aşılanmaya başlar. Ànnen , Baban, Ailen, Akrabaların, Şehrin , Vatanın ve Miletin,Kültürün, Dilin , Dinin. Bu aidiyetlerin tamamı kuşaklardan kuşaklara bilgi yoluyla aktarılır. Ve bu çerçevede kişinin Ben diyerek tanımladığı kimliği oluşur. Bu kimlik oluşumları sırasında kendimize yasadigimiz toplum ve inanclar dogrultusunda  kollektif bir bir anlam  ve amaç yükleriz veya yüklemeyiz. Eğer doğru bir kimlik aktarımı yapılmazsa toplumu oluşturan tekil kimlikler kollektif bilinc ve amactan kopar ve bu durum  zaman içerisinde toplumda çözülme ve  erozyona  neden olur .

 

Konumuz Türk Kimliği ve Türk Müslümanlığı olduğu için kimlik oluşum sürecine burdan bakmak bizi daha hızlı sonuca götürür.  Çoğumuzun Türküm ve Müslümanım diye tanımladığı bu iki temel vurgu cümlesi aslında birbirinin tezi ve antitezi değildir bu noktada Türk İslam sentezi cümlesi doğru bir tanımlama  oluşturmaz.   Her milletin Dini bir yaşama ve algılama biçimi olması itibarıyle Türk Müslümanlığı tabiri meseleye biraz daha gerçekçi bir başlık oluşturmaktadır.

 

Türk  nedir, bir soy ismi mi , bir kan bağı birlikteliğimi, yada bir coğrafi tanım üzerinden Türkiye topraklarında yaşayan tüm toplulukların ortak adımı?

 

Bu sorunun cevabını Türk Kelimesinin ilk kullanıldıgı kayıtlardan ve o dönemde yazılmış eserlerden bulabiliriz.

 

Tarihte Türk kelimesi ilk olarak Orhun kitabelerinde geçer  ve Törelenmek anlamına gelen Törümek kelimesinden türeyen bir kelimedir.

 

 Türk = Töreye bağlı kişi .

 

O zaman Töre nedir?

 

Ogan ol köniçin Törü Birgüçi

Törümüş kamug hakka yetru kuçi

 

Yani;

O Kadiri mutlak ve adil olan Tanrı Törenin gerçek vericisidir ve tüm kainata onun gücü yetmektedir.

 

Demek ki Töreyi koyan tanrıdır ve Töre’ye  bağlı olan topluluklara TÜRK denir. Yani Türk kelimesi tarihin hiç bir döneminde bir soy bağı bir nasyonalite olarak kullanılmamıştır. Tam tersi  Töre içinde aile hukukundan savaş hukukuna, bireysel ahlaktan kamu ahlakına kadar bir çok konu hakkında ilahi kaynaklı hüküm içeren milli bir hayat felsefesi idi.

 

Töre günümüzde başlık parası , kan davası, kız kaçırma , silah sevgisi , kabadayılık, cumhurbaşkanı adayı dövme, çok eşlilik gibi akla ve adalete aykırı  taassup ve cehaleti  içerisinde barındıran bir sistem olarak lanse edilmektedir. Törenin bu şekilde yansıtılması aslında bu kavramın içini boşaltma amacını taşımaktadır.  Çünkü töre tam tersine adaleti emreder. Çünkü Tanrı türettikkeri için bir nizam koyuyor ve bunun adına Töre diyor. Tanrı aynı zamanda yarattıklarının tamamına KUT veren varlıktır. Kut tanrısallıgın uyanıklıgı anlamına gelir. Kut her kişi de mevcut olmakla birlikte çiğdir.  Kutu pişirip olgunlaştıran ve bu çerçevede ideal anlamda kişiyi kutlu yapan şey tapmaktır.

Tapmak eski Türkçe de hizmet anlamına gelir.  Yani en çok hizmet eden yani adaleti yaymak, gerçekleştirmek için çalışan kişi Kut alır. KUT ve Töre buluşursa adalet olur. Yani bir diğer açıdan Töreye uyan Kut kazanır.  Törenin varlığı adaleti gerektirir yokluğu köleliği. O yüzden Bilge Kağan der ki : Töreni bırakıp Çine’ gittin ne oldu ? Kızın cariye,  bey oğlun köle oldu ve kemiklerin her yere yığıldı.

Yukarıda belirttiğimiz nedenle Türk töresini götürdüğü her yere adaleti de götürmüştür.  Adalet kavramının önündeki en büyük engel ise toprak sistemine dayalı feodal kölelik sistemidir. Türkler töreyi ve dolayısıyla adaleti özgürlüğü hakim kılmak için dünyanın dört bir tarafına tarih boyu seferler düzenlemişlerdir. Bunu islam öncesi dönemde Töre adına İslam sonrası dönemlerde İlayı kelimetullah adına yapmışlardır. 

 

Peki yaymaya çalıştıkları bu adalet hangi inanç adına yapılıyordu. Kutu veren Tanrı şamanların haber getirdikleri pagan bir Tanrımıydı? İşte Türk Müslumanlığı kavramının özü bu sorunun cevabında yatıyor . Cevap HAYIR!!!

 

Türkün kitabelerde geçen ve Kutat Gu Bilig ( Kut kazanma Bilgisi) de gecen Gök Tanrı ve bunun koydugu dinin oryantalistlerin bize yutturmaya çalıştıkları Şamanizm safsatıyla hiç bir alakası yoktur.

 

Şamanizm Tarihin hiç bir döneminde Türkün dini olmamıştır. Şamanizm Türklere has bir kavram da değildir.  Mirca Eliada 'Şamanizm 'isimli kitabında bunun bir din olmadıgını tarihin her döneminde her toplumda büyücü , üfürükçü tiplemeleri kendine cahil halk kitleleri arasında yer bulmuştur. Şamanizm sistematik bir din değildir. Merkez bir kavramı yoktur. Bir varlık felsefesi  yoktur. Tarihe nam salmış geçmişten geleceğe ismi ışıklı bir rehber olarak aktarılan bir tane bile şaman yoktur. Şamanların önderlik, rehberlik etmelerini sağlayacak felsefi, psikolojik veya mistik donanımları yoktur.

 

Bu cahil kitleleri etkilemeyi başarmış üfürükçü tiplere bakarak Türkün binlerce yıllık töresini , dinini , sistemini şamanlık olarak yansıtmak büyük bir ihanet yada büyük bir cehalettir diyebiliriz. Bugun katolik dünyanın tamamını Nostradamus üzerinden yürüyerek şamanistlikle yaftalamak ne kadar saçma ise , ya da ortodoks dünyanın tamamını Rasputin üzerinden giderek şamanistlikle yaftalamak ne kadar saçma ise medyum Memiş yada medyum Keto tipli şamanlara bakarak Türkün dinini, ilmini, irfanını şamanizmle  yaftalamak da o kadar saçmadır.

 

Türkün töresini koyan Gök tanrı bugün islam dini içerisinde Allah'ın vasıflarının neredeyse tamamına sahip bir tanrıdır. Örnegin o zamanı yaşar, her şeye gücü yeter, adildir. Ve her şeyden önemlisi O tektir ve bütün varlık ondan açığa çıkmıştir. O'nun Tanrısal özü bütün kainatta ve insanda mevcuttur.

 

Konumuzun Türk Müslümanlığı olması itibarıyla Türkün islam öncesi dinini ve Gök Tanrısını burada bırakıp birazda bu milletin islamla tanışmasıına değinmekte fayda görüyoruz.

 

İslam Allah tarafından adı konulan , bugüne kadar Adem peygamberden , Hz. Muhammede kadar indirilmiş tek dindir. İslam tek olmakla beraber tarihin her döneminde farklı cografyalar farklı kültürler farklı zamanlardan ötürü bu dinin ve Allah’ın buyruklarının anlaşılıp hayata geçirilmesinde farklı anlayışlar ortaya çıkmıştır. Tüm farklı uygulamaların genel adına müslümanlık denmiştir. Yani Islam tek olmakla birlikte müslümanlıklar farklı farklı olabilmektedir. Islam tarihinde karşımıza çıkan farklı müslümalık algılarını temelde 3 grubta inceleyebiliriz. Arap , Türk ve Iran Müslümanlıkları.

 

Arap müslümanlığının özünü oluşturan düşünce Arap milliyetçiliği ve hatta daha da dar manada Umeyyeoğulları aşiretçiliğidir. Şöyleki; Hz Pegamber İslam dinini yaşamaya ve yaymaya başladığınıda Arap toplumu o güne değin dünya üzerinde görülmedik bir cehalet  ve karanlık içerisindeydi. Kan davaları, zina, kız çocuklarının diri diri gömülmesi, aşiret savaşları, aşırı adetlerde çok eşlilik, vahşi derecede kölelik ve cariye sistemi almış başını gidiyordu. Tüm bu sistem  tanrıya ortak koştukları putların üzerinden rant devşiren oligarşik bir topluluk üzerinden idare ediliyordu. Bu toplumun merkezinde de Ümeyye oğulları aşireti vardı.. Hz peygamber İslamı yaydıkça ve Allahtan başka ilah yoktur düsturunu topluma yerleştirdikçe bu oligarşik rant topluluğunun gelir kapısı ve gücü ağır ağır tükendi ve Mekkenin alınması ile bu kitle aktif siyaset sahnesinden pasif genişlemeye indi.  Ta ki Hz Ali ve Muaviye arasındaki mücadeleye kadar. Bu mücadele salt bir iktidar savaşı değildi aslında . Bu mücadele Hz Peygamberi’n tebliğ etmiş olduğu ümmet kardeşliği esasına dayalı Kura’n değerlerine karşı Arap milliyetçiliğini önplana alan ve o güne kadarki İslam tarihini bir Hak- Batıl mücadelesi olarak değil Haşimoğulları ( peygamberimizin aşiretinin adıdır ) ve Ümeyyeoğuları mücadelesi olarak okuyan Muaviye-Emevi zihniyetinin mücadelesidir. İslamın siyasete ilk alet edildiği mücadeledir. Çünkü Şam valisi muaviye sıffin savaşında ordusuna mızraklarının uçlarına Kuran yaprakları takma emri vermiş ve bu sayede  Hz. Ali taraftarlari içerisinde bir şaşkınlık ve ikilem yaratmaya sebep olmuştur.

 

Hz. Alin’in Sıffin ve Cemel Vakasında 80.000 sahabenin ölümü sonrası yapılan siyasi bir hile ile bertaraf edilmesi sonrası iktidar Ümeyyeoğulları aşiretinden Muaviyeye geçmiş ve muaviye hızlı bir şekilde Peygamberin misyonunu tahrip etmek için harekete geçmiştir. Muaviye ve ardından gelen oğlu yezit dönemleri adeta Peygamberimizin yapmış olduğu  devrim niteliğinde değişime karşı reaksiyon olarak bir karşı devrim niteliği taşımaktadır. Bu dönemde tarihte hiç olmadığı kadar Alimlere baskı yapılmış ve zorla hadisler uydurtulup halk arasında yayılması saglanmıştır. Bu karşı devrimlerin bir kaçını söyle özetleyebiliriz.

Peygamberimiz sonrası tüm halifeler seçimle işbaşına gelip kendilerine Emirül Müminun yani inanların yöneticisi denilirken, Muaviye daha kendi sağlığında oğlu yezide biat ettirmiş ve ”Müminlerin Halifesi” ünvanını  kullanmıştır.

Hz. Peygamberin bu alemden göçtüğü an itibarıyla kölelik ve cariyelik komple sona ermiş durumdayken muaviye döneminde ve sonrasında kölelik tekar hortlatılmıştır. Peygamberimiz zamanında kadın toplumda Kur'anın öngördüğü hür , eşit vatandaş statüsüne kavuşurken emevi döneminde kadın eski arap geleneğindeki ikinci sınıf insan statüsüne geri döndürülmüş ve sosyal hayattan uzak tutulmuştur. En önemlisi ve tarihte en çok iz bırakan ve tahribat meydana getiren durum ise peygamberimiz ve onun Ehli beyt (ev halkına ) ìne sempati duyanlar öldürülmüş, baskıyamaruz kalmış ve koğuşturmalar geçirmişlerdir.

 

Veda hutbesinde Arabın aceme acemin araba üstünlüğü yoktur, üstünlük takvadadır diyen peygamberin ümmeti 60 sene sonra emeviler döneminde müslümanları Arap olan ve arap olmayan ( MEVALİ) diye adeta 1. Sınıf ve 2. Sınıf muslumanlara bölmüştür ve Mevaliden olanlardan vergi alınmaya başlanmıştır. Yapılan zulümlere karşı halkın ayaklanmasını engellemek için Kuranda hiç esamesi okunmayan bugünkü mutlak senaryocu kader anlayışı uydurma hadislerle topluma yerlestirilmiş ve halka adeta  bu zulmü çekmek zaten kaderinizde var Allah in kaderine mi karşı geliyorsunuz inancı dikte dilmiştir.   Bu ve benzeri örnekleri çoğaltmak mümkün ve bu konu ayrı bir makale ve hatta kitap konusu olabilecek kadar detaylı ve önemli o yüzden daha fazla detaya girmek konuyu  hedefinden uzaklaştıracaktır. Bu konuyla ilgili son noktayı  Muaviyenin oğlu Yezidin Peygamberimizin torunu Hz. Hüseyi’nin Kerbelada yezidin askerleri tarafından hunharca şehit edilişinin müjdesi verilince söylediği dizelerle koyalım  ;

 

Şükürler Olsun Bedirìn intikamını aldık.

Dedelerim sağ olsalardı da bu günleri görebilselerdi.

Haşimoğulları islam diye bir din uydurdular

Ne gökten inen bir kitap var ne bir peygamber.

 

 

Burdan da anlaşılacagı gibi 4 halife sonrası Emevi – Abbasi arap iktidarlarının hedefi islamı anlamak,  yaymak değil eski arap örf ve geleneklerini Islam kisvesi altında ikame etmek ve koyu bir arapçılık olmuştur.  Bu durumu genel olarak özetleyen tanımlama Arap Müslümanlığıdır.

 

Peygamber ve ehlibeyt aşıkları ugradıkları zulüm ve katliamdan kaçarak doğuda Türklere sıgınmışlar ve tarihte yeni bir sayfa açılmıştır.

 

Maide Suresi 54. Ayette şöyle diyor ;

 

Ey iman edenler! İçinizden kim dininden dönerse, şunu bilsin: Allah onun yerine öyle bir kavim getirecek ki, Allah onları sever; onlar da Allah’ı severler, müminlere karşı yumuşak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve başları yukardadır; Allah yolunda mücadele ederler, dil uzatanın kınamasından korkmazlar. İşte bu, Allah’ın ihsanıdır. Onu dilediği kimseye verir. Allah’ın ihsânı geniştir, her şeyi bilendir.

 

Işte ehli Beyt’in orta asyaya sığınması adeta bu ayetin hükmünü açığa çıkarmıştır.

Çünkü dini peygamberden gördüğü gibi Kur ana göre yaşayan ehli beyt soyu, binlerce yıldır islamın temel değerleri ile çelişmeyen tek tanrılı bir din yaşayan ve milletini inancıyla töresiyle tanımlayan bu milletle; Türk miletiyle buluşunca Türk Müslümanlığı ortaya çıkmıştır.

 

Türk müslümanlığının topluma yerleşmesi ve bugüne ulaşmasında  ehlibeyt soyunun tesiri iki farklı isimle karşımıza çıkıyor.Bunlarda birincisi bizim itikat mezhep imamlarımızdan İMAM MATURİDİ bir diğeri de Yesevi Dergahının kurucusu HOCA AHMET YESEVİ dir

 

Maturudilik en genel hatları ile diğer itikat mezheplerinden metodunda izlediği akılcılık ve Tanrının varlığı hakkındaki bütüncül yani “ Vahdeti Vücut “ çu diyebileciğimiz anlayışı ile ayrılır. Örneğin İmat Maturidi’ye bunca Akarsu nereden geliyor diye sorulsa o şöyle der ; yeraltı sularının yeryüzüne çıkmalarından , devamında yeraltı suları nereden geliyor diye sorulsa yagmurlardan geliyor der; yağmurlar nereden geliyor diye sorulsa  havadaki bulutların soğuyarak yoğuşmasından der , havadaki bulutlar nereden geliyor diye sorulsa denizlerin ve göllerin buharlaşmasından der , denizler ve göller nereden geliyor diye sorulsa akarsu ve nehirlerden  geliyor ve tüm bunların görünürde suretler olduğunu aslında bu yaratılışın tamamının Allah'ın birer fiili (işi) olduğunu ve her iş ve oluşun Allah tarafından açığa çıkarıldığını. Allah in zatı sıfatları isim ve fiileriyle birlikte bu alemde mevcut oldugunu söyler. Aynı soruyu diğer yaygın bir itikat mezhebi olan İmam Eşari ye sorulsa yani “ Bu akarsular nereden geliyor? “dense, O; Allah yarattı der ve olayları sebep sonuç ve akıl bağlamı dışında ağırlıklı nakil kaynaklı gelen verilerle değerlendirir . Allah in varlığı konusunda ise Allah in zatı  itibarıyla ötelerin ötesinde olup sıfatları ve isimleri itibarı ile  bu alemde mevcut oldugunu öne sürer yani bu alem yaratıcıdan kopuk bir yaratılmış alemdir. Bu iki temel fark bir toplumun bünyesinde nelere sebep olur dedığimizde bunu ortaya koyabileceğimiz yegane tarih yine  Türk tarihidir. Çünkü  maturidi anlayışın hakim olduğu dönemlerde ki bu dönem Türklerin İslama girişinden Yavuz Sultan Selim'in hilafeti alıp İstanbula getirişine kadar Türkler bilimin her alanında ilerleme katetmişlerdir. Çünkü mademki her işin her bilginin kaynağı Allah , bilimde derinleştikçe bu bilgi kişiyi nihayetinde Allaha götürecektir. Bu açıdan tüm bilimler felsefe, kimya, biyoloji, geometri vb. Kutsal kabul edilmişlerdir. Maturidiliğin toplum inancına hakim olduğu dönemler boyunca Türkler bilim sanat ve akla gelebilecek her alanda askeri alanlar dahil çok büyük atılımlar yapmışlardır. Örneğin Fatihin İstanbul’u fethetmesinde büyük rol oynayan havan topları ve uzun menzilli büyük toplar o günlerde metal bilimi , geometri, fizik ve kimya bilimlerinin zirve de olması ile üretilebilmiş ve rakip ülkelerin önüne geçilebilmiştir.  Fatih zamanında Semerkant’ tan yol boyunca uğradığı konak başına keselerce Altın verilerek getirtilen Ali Kuşçu nun kurduğu rasathaneler çok değil 70 sene sonra Kanuni zamanında siz Allah ‘in işine mi karışıyorsunuz denilerek taşlarla doldurulup kapatılmıştır.  Fatihin yaptırdığı toplar bizans surlarını aşıp rahatça içeri düşerken 2. Viyana seferinde 200 sene gibi bir sürede yukarıda saydığımız tüm bu bilimler ihmal edildiği ve batının rönesans reform hareketleri sonrasında akılcılık ve bilime önem vermesi ile bu bilimlerde ileri gitmesinden dolayi; bizim top atışlarımız kale duvarına yaklaşamazken Viyana kalesinden atılan toplar bizim ordugahımızın içine düşmeye başlamıştır. Sonuç çöküş sürecine giren bir medeniyet.

 

Peki ne oldu da bu akılcı, bilime önem veren zihniyet bir anda bu kadar değişti ?

 

Bu sorunun cevabını almak için  Yavuz Sultan Selim ve Şah İsmail Mücadelesini iyi irdelemek gerekmektedir .

 

Yavuz da Şah İsmail de büyük birer Türk Devletine hükmediyorlardı ve  her ikisinin de İslam birliğini sağlamak gibi bir hedefi vardı.  Yani aralarındaki mücadele özünde siyasi bir mücadele idi ancak burada Şah İsmailin  Yavuza göre önemli bir avantajı vardı o da Şah İsmailin aynı zamanda Şeyh İsmail oluşuydu. Çünkü Şah İsmail Osmanlının da manevi merkez saydığı  Erdebil Dergahının şeyhi idi. Erdebil dergahı Osmanlı sarayı tarafından her sene gönderilen 'Çerağ Akçesi 'ile faaliyet gösterir ve akaidin , ortak tasavvufi anlayışın yayılmasına hizmet ederdi.  Şah Ismail bu avantajın farkında olarak aradaki gerginlik tırmandığında tüm anadoluya 'dailer' yani davetçiler , bugünkü anlamda propagandacılar, göndererek Anadoluda yaşayan Türk boylarına bu mücadelede kendilerine katılmaları konusunda manevi otoriteden gelen bir baskı uygulamış ve bu çerçevede Muğla, Balıkesir Isparta ve Anadolunun bir çok bölgesinden ordusuna Türk boylarının katılımını sağlamıştır.

 

Yavuz üzerinde yıllardır hassasiyetle durdukları manevi zeminin ayakları altından tehlikeli bir biçimde kayıp gittiğini farkederek alternatif bir manevi otorite arayışına girmiştir.  Bu arayış onu hilafeti ele geçirmek üzere sefere itmiş ve neticesinde Yavuz elde ettiği hilafet makamının da gücü ile bu tehlikeyi savmıştır. Ancak Yavuz burada meselenin sadece Hilafet makamının istanbula getirilmesi ile çözülemeyeceğinin farkındadır. Şah İsmailin tesirinin tam olarak kırılabilmesi için top yekün bir zihniyet değişikliği gerekmektedir. Bunun sağlanabilmesi için Yavuz gemilerle mısırdan 2000 e yakın Eşari Arap alimi istanbula getirtmiştir. Işte Osmanlının yukarıda değindiğimiz Maturidi anlayıştan Eşari anlayışa doğru dönüşümü ve bir noktada bilime önem veren akılcı zihniyetin yerini kuru kuruya nakil yapan zihniyete bırakması bu dönemin eseridir.  Bu dönem sonrasında arapçanın üstün bir dil olduğu algısı yerleşti, cuma hutbeleri arapçaya döndü.

 

Bu noktada hemen çok önemli bir parantez açmakta fayda görüyoruz şöyle ki ;

 

Şah Ismail ve Erdebil dergahı geleneği ile mücadele sırasında osmanlıda gelen Eşari ulemalar sayesinde sadece medreselerde bir değişim yaşanmamış aynı zamanda Vahdeti Vücuda dayalı toplumsal  tekke , tarikat kültürü de Eşariliğin bir nevi Tarikat yansıması sayabileceğimiz Hindistan Kökenli Vahdeti Şuhut 'Anlayışına doğru kaymıştır.  Ayrıntılarına aşağıda değineceğimiz bu anlayıştan dolayı Yesevi- Erdebil çizgisine yakın olan Yörük Türklerin büyük bir çoğunluğunun din anlayışı o günün otoriteleri tarafından gayrı meşru ve sapık addedilerek kovuşturmaya uğramış ve merkezden taşraya itilmişlerdir. Zaman içerisinde Anadoluda varlığını sürdürüp bugüne kadar sözlü kültür olarak aktarılagelen Alevi-Bektaşi çizgisinin  Sünni çizgiden ayrılmasının  temelleri bu döneme dayanır.

 

Meşhur gezgin İbni Batuda Anadoluya geldiğinde şöyle diyor : Anadoluda çok güçlü bir itikadi disiplin var. ' Nedir bu disiplin ve İbni Batuda bunu nasıl bu kadar net farkediyor. Bunun kaynağı Vahdeti Vücut disipilinin en büyük Alimlerinden Muhyiddini Arabinin ( 600 ün üzerinde kitap yazdığı bilinmektedir) en seçkin öğrencilerinden olan Sadreddin Konevi nin toplumda üstlendiği harç görevidir. Anadoluda bilinen 4 büyük sosyal yapı vardır bunlar Anadolu Abdalları, Anadolu bacıları, Ahiler ve Anadolu Gazileri. Bu 4 yapı toplumda öylesine yaygındır ki neredeyse İbni batuda nın ziyaret yapmış olduğu tarihlerde anadoluda yaşayan tüm Müslüman Türkler bu 4 gruptan birisine mensupturlar.  Tüm bu yapıların nizamnameleri ilginçtir ki aynı kişinin elinden çıkmıştır : Sadreddin Konevi. Ahi Evranın ki Ahilerin en büyük piri kabul edilir, aldığı ilk fütüvvetnamede yine Sadreddin Konevi tarafından verilmiştir. Bu verilere baktığımızda şunu çok rahat bir şekilde güvenle ifade edebiliriz . Anadolu Türkünün Kültür , iman mayası Medreselerde Maturidi akaidi ve toplumun her katmanında da Yesevi-Muhiddin Arabi-Sadreddin Konevi çizgisi olan Vahdeti Vücut anlayışı tarafından atılmıştır. Bunun sonucu olarak ta bu dönem medreselerinde her türlü bilgi üzerine eğitim verilmiştir. Matematik , Fen, Riyaziye, Musiki, Felsefe. Hatta Eşari ulemadan bir çoğu tarafından tekfir edilmiş olan İbni sina gibi filozofların eserleri ders kitabı olarak kullanılmıstır. Felsefe okuyanlara vergi muafiyeti sağlandığı da kayıtlarda yer almaktadır.

Bu yüzden Osmanlı 1299 da söğütte siyaset sahnesine çıktığı vakit önünde hazır bir devlet geleneği bulmuştur. Çünki yukarıda belirtildiği üzere önünde hazır bir toplum dokusu ve bu toplumun değerler sistemi oturmuş bir bir dünya görüşü mevcuttu.

 

Bu noktada yukarıda değindiğimiz Vahdeti Vücut ve Vahdeti Şuhut Anlayışlarından da kısaca bahsedecek olursak konu biraz daha açıklığa kavuşur. Vahdeti Vücut Varlığın Birliği (Tekliği) demektir.  Bu anlayışa göre bizim Dünya dediğimiz görünen evren Allah in Varlığının açığa çıktığı bir ayna bir iş sahası mesabesindedir. Ve tüm varlıkta açığa çıkan görünen Allah in  isimleri ve işleridir. Bu açıdan kişi yaptığı tüm işlerde Kur’an da geçen bir ayette de belirttiği gibi  ' Siz nerede olursanız olun O sizinle beraberdir  'şuuruyla hareket eder. Burada bahsedilen tüm varlığın Allah in varlığı olduğu zihniyeti asla Yunan Panteizm’ indeki Allah ‘ı  kainatla sınırlandıran bir anlayış değil ancak Kainatın Allah in 'Zahir'(açığa çıkan ) yönüne karşılık geldiğidir.   Bu anlayışın en önemli özelliği Allah’ la kulun şah damarından daha yakın olan birlikteliğinden dolayı kişiyi Allah’ a yaklaştıracak herhangi bir aracı, ruhban sınıf kabul etmeyişidir. Yani her gönülde kişiyi Allaha bağlayan bir yol mevcuttur.

 

Vahdeti Şuhut Anlayışında ise Allah Zatı itibarıyla bu alemde münezzeh, öte, gaybde bir yerlerdedir. Bu Uzakta olan varlık hakkında ancak sıfatlar üzerinden bir yakınlık elde edilebilir. Bu noktada bu yakınlığı sağlayacak olan kurum ise Şeyhlerdir. Kişi Şeyhine rabıta ( bağ ) kurduğu müddetçe şeyhi üzerinden, önceki şeyhlere ve o kanal üzerinden peygambere ve Peygamber üzerinden de Allah’ a bir bağ(rabıta )  kurulabilir. Bu anlayışta Peygamberimizi sağlığında görenler 1. Sınıf müslümanlar kabul edilmiş onların ardından gelen nesiller ise 2.3.sınıf kabul edilmişlerdir. Burda yapılan benzetme de peygamberi görenleri orjinal sonralarında gelen nesillerin ise adeta birer kopya mesabesinde olduğu kabulü hakimdir. Bu durumu kristalleştiren cümle ise şudur ; Sahabenin en alçak rütbelisi sayılan Vahşi isimli sahabe ( ki kendisi Hazreti Peygamberin amcası Hz. Hamzayı şehit ettiği için sağlığında müslüman olmasına rağmen peygamberimizin meclislerine giremezdi ) evliyanın en büyüklerinden olan Veysel Karani ‘den üstündür. Çünki Veysel Karani Peygamberimizi sağlığında hiç göremediği halde Vahşi onun nazarı billuruna mazhar olmuştur. Bu cümleler Vahdeti şuhut anlayışını ilk olarak ortaya koyan hindistanlı alim Ahmet Faruk Serhendi ( Lakabı Imamı Rabbani ) ye aittir ve onun mektuplarında geçer.

 

Hal böyle olunca peygameberimiz sonrası yaşamış müslümanların mademki orjinal değil kopya olduğu kabul ediliyor onların üreteceği akıl ve felsefeninde bir önceki dönem naklilleri karşısında nazarı itibare alınması mümkün değildir. İşte gördüğünüz gibi Eşari itikattaki Nakilci zihniyet tarikatler üzerinde Vahdeti Şuhut anlayışı ile böyle kesişmektedir.  Vahdeti Şuhut anlayışının tarikatler üzerinde buyuk tesiri olmus ve bu ekol 16. Yüzyıl sonlarında Osmanlı dergahlarını adeta istila etmiştir.

 

 

Medreselerdeki Eşari algı, ve tarikatlerdeki Vahdeti Şuhutcu skolastik zihniyetin sonucu bakın neler olmuştur. Padişah 2. Mahmut zamanında Mühendishanei Berrü Hümayun Kurulur (Mühendislik Akademisi ) ve başına Avusturyadan Baron Dö Tot getirilir. Durumdan son derece rahatsız olan medrese uleması padişaha şikayetlerini iletirler ve kendilerinin de aslında fevkalade bir şekilde bu görevi ifa edebileceklerini ifade ederler. Padişah sorunu gidermek üzere Müderrisler ve Baron Dö Tot  arasında bir imtihan tertib eder. İmtihan sırasında Baron Müderrislere tek bir soru sorar : -'Üçgenin iç açıları toplamı kaçtır ? '  . Soru Karşısında afallayan müderrisler kendi aralarında uzunca bir istişareden sonra Büyük Geometri bilgini Biruni ve Cebir ilminin babası sayılan Harezmi nin kemiklerini sızlatacak şu cevabı verirler :-'Üçgenine göre değişir!!!! '  . Bu cehaletin kaynağı dönemi tesir altına alan Faruk Serhendi nin kitabında üçgenin iç açıları toplamının kaç derece olduğunu bilmenin hangi hayra sebep olacağını sorması ve matematiğin ve geometrinin abesliğini anlatmasıdır.

 

Buna benzer bir olayda yine tanzimat döneminde yapılan değişiklikleri protesto için Beyazit meydanında toplanan medrese ( üniversite ) öğrencilerinin :-'Dört İşlemden imtihan istemezük'şeklinde attıkları sloganlardır.

 

İmparataroluğun birkaç yüzyıl sürecek çöküş sürecine girmesinin nedenlerini herhalde bu iki örnek gayet net ortaya koyuyordur.

 

Osmanlı ıslahat hareketlerinde çok titizlenilen 'ecdadın sadakatiyle dine geri dönmek 'fikri  bu noktadan tekrar bakılacak olursa bir kısır döngü yaratmıştır. Itikadi –Tasavvufi hayat Eşari-Rabbani (vahdeti şuhut) etkisindeyken ilim sanat ve fikir hayatı canlanamıyordu. Dine dönmek fikrinin kastettiği anlayış ecdadın orta asyadan beri taşıdığı aksiyonerlikte olmayıp bilakis tassubu ve tekkeye kapanmış uzlet anlayışını körükleyen bir mahiyet arzediyordu.

 

Cumhuriyetimizin mimarları ve onun öncesinde batılılaşmayı savunan Osmanlı entellektüelleri yukarıda bahsi geçen kısır döngüyü görmüş ve bu döngüden çıkışın ancak topyekün batılılaşma ile olacağına inanmışlardır.  Cumhuriyetin Kuruluşu akabindeki yapılan inkilapların niteliğide bu görüşümüzü net bir şekilde desteklemektedir. Ancak Atatürk sonraları yapılan teşhise karşılık uyugulanan topyekün batılılaşma tedavisinin zararlarını farketmiş olsa gerek tarihimizde bir ilki gerçekleştirerek bu milleti uzun yüzyıllar sonra Kutsal Kitabı Kuranla kendi dilinde buluşturmuştur. Kuranın ve Kurandan sonraki en temel dini kaynaklar olan Hadislerin Türkçeye tercümesini sağlayan Atatürk bununla yetinmeyip cuma hutbelerinde  ilk defa hutbenin Türkçe verilmesini sağlamıştır.  Kuranın genç nesiller tarafından okunabilmesi için milli eğitim müfredat değişiklikleri de planlayan Atatürkün ömrü bunu gerçekleştirmeye yetmemiştir. Ancak kurduğu milli devlet ve son yıllarında Akıl , Kuran ve bilime verdiği önem göz önüne alındığında Atatürk’ ün de Maturidi –Yesevi çizgisine uzak olmadığını söylemek mümkündür.

 

Peki Türk Müslümanlığının yani Maturidi –Yesevi çizgisinin günümüzde ne önemi vardır? Osmanlının yıkılma dönemlerinden beri kaşınan doğu vilayetleri sorunu yani günümüzün sözde aydınlarınin Kürt meselesi dediği , sağduyulu aydınlarının da Bölücülük meselesi dedikleri sorunun en azından kültürel ve ideolojik planda  çözümü kanaatimizce Türk Müslümanlığının ve Türk kelimesini ilk önce milliyetçi camia tarafından doğru anlaşılmasında  ve halka dogru aktarilmasinda  yatmaktadır. Çünki Türklük etnik bir kan bağına indigenemeyecek tarihi bağlamları olan bir kavramdır. Kendini Töreye baglı sayan tüm toplumları ifade ettiği için  bugünkü durumda Türk Müslümanlığı dediğimiz Hanefi-Maturidi – Yesevi çizgisine mensubiyet üzerinde bir ittifak sağlanacak olursa bugün Kürt kardeşlerimizle ya da bu topraklarda yaşayan kendini başka bir etnik gruba ait hisseden herhangi bir toplulukla çatışma ihtimali kalmaz çünki Türklük bir kültür ve iman birliğini ifade etmektedir. Adeta Kalü beladan beri Türk olan bir toplumun iman birliğini ifade etmektedir. Türk Müslümanlığı bu noktada Alevi kardeşlerimizi ötekileştiren katı sünni, nakilci bir müslümanlığı değil tasaavufi neşve üzerine kurulu hoşgörülü , ehli beyttten öğrenile gelen bir islam anlayışı olduğu için bizim kültürümüzde evlatlarina yezit veya muaviye adina koyana ratlayamazsiniz ama Ali’ ler, Hasan’ lar, Hüseyin’ ler kendini hem sünni hem de Alevi olarak tanimlayan topluluklarda sıklıkla görülür

 

Umarız bugüne kadar çok sınırlı sayıda ilim adamımızın üzerinde fikir yürütüp kalem oynattığı bu konuda çok daha ayrıntılı bir şekilde işlenir ve toplum dokusuna aydınlarımız ve siyasilerimiz tarafından nakşedilir. Böyle olursa 1000 yıllık kardeşliğimiz sekteye uğramadan kıyamete kadar devam edebilir. Bu noktada  yapmış olduğumuz konuşmada fazlasıyla eserlerine ve konferanslarına başvurduğumuz uzun yıllardır Türk Müslümanlığı konusuna hassasiyetle eğilen ve bu konuda bir çok eser ve makale veren Sayın Yar. Doç. Dr. Sait Başer hocamızı saygılarımızı sunmayı bir borç biliriz.

 

Esenlikle kalın

AKİS HABER ÖZEL

 

Özel Haber Haberleri

PAÜ'DE ''YAPI İŞLERİ'' BÖYLE Mİ DÖNÜYOR ?
Yazarımız Halil Manuş'tan Sarıkamış Şehitlerine Ağıt
SARIKAMIŞ DESTANI
İkbal Vurucu'dan ''CEVAP HAKKI''
PAÜ Rektörü Kutluhan yine bildiğiniz gibi