Devlet ve “devlet kuramı” üzerine yaptığı çalışmalarıyla bilinen İngiliz profesör Bob Jessop, Max Weber’in devlet ve şiddet arasındaki ilişkiye dair argümanlarına da sıkça atıf yaptığı “The Concept of the State” makalesinde, devletin güçlü bir otorite inşası için ihtiyacı olan en önemli şeyin meşru temellere dayanan bir şiddet aygıtı inşa etmek olduğunu ifade eder. Bu şiddet aygıtından kasıt, doğrudan ve üzerinde otorite inşa edilen halkın korkacağı bir şiddetten ziyade toplumsal mutabakat neticesinde inşa edilmiş ve çeşitli kurumlar tarafından frenlenebilecek bir gücün varlığıdır. Özü itibarıyla devlet, meşruluğunu bir nevi hukuki ve toplumsal kabulü olan bir şiddete borçludur ve bu şiddet, gözle görülür hale gelmediği müddetçe meşruiyetini korumaya devam eder. Jessop, meşru şiddet aygıtlarını elinde bulunduran iktidarın kendisini korumak ve gücünü kaybetmemek için gözle görülür bir şiddete sürekli olarak yeltenmesini bir meşruiyet kaybı olarak nitelendirir ve yoğun şiddet kullanımını iktidarın ömrünün kısaldığına ilişkin bir negatif kırılma olarak nitelendirir. Özellikle bu şiddet, şiddet aygıtlarını hukuki ve sosyal düzenlemelerle frenleyip neredeyse pasifize eden modern devletlerin inşa edildiği çağımızda fren mekanizmalarını inşa etmemiş devletler tarafından uygulandığı zaman çok daha görünür ve “göze batan” bir hale evrilmiştir.
Yeşil Baasçılık
Bu bağlamda yakın dönem Ortadoğu tarihini en çok etkileyen siyasi ideolojilerden birisi olan Baasçılığı ele alırsak, 1940’larda ortaya çıkmış ve pan-Arabist ideallere dayanan bir Arap milliyetçiliği ile sosyalizmi sentezleyen, bunun yanında laik ve cumhuriyetçi nosyonları da içeren bir entelektüel fikir akımı olarak tarih sahnesine çıkmıştı. Hareketin öncülleri, Baasçı Arap entelektüelleri ile yoksul Arap halkları arasında ulus bilincine dayanan bir dayanışma inşa edip tüm Arap devletlerini tek bir çatı altında birleştirme amacı güdüyordu. Nitekim Baas, özellikle Mısır, Suriye ve Irak’ta güç kazanarak Arap siyaseti içerisinde önemli bir güce sahip oldu. Baasçılığın kitlesel ve entelektüel desteğinin artması, Baas içerisinde çeşitli tartışmalara sebebiyet verdi. Salah Cedid gibi bazı Suriyeli Baasçılar, Baasçılığı daha sol bir perspektifle okuyarak ulus bilinci yerine sınıf bilincini önceleyen bir paradigma inşa etmeyi denediler. Daha sonraları Irak’taki Baas’ın başına geçip uzun yıllar Irak’ı yönetecek olan Saddam Hüseyin’in de iktidarının son yıllarında Baasçılığı daha geleneksel İslami motiflerle sentezleyip kabaca “Yeşil Baasçılık” olarak nitelendirebileceğim bir fikre sarıldığını ifade edebilirim. Yazının başında bahsettiğim ve esas konumuz olan “devlet-şiddet” ilişkisi de özellikle 1960’lardan itibaren başlayan “Neo-Baasçılık” tartışması ile paralellik gösteriyor. Baasçılık fikrinin önemli isimlerinden olan Münif Razzaz, 1960’ların başında Baasçılığın keskin bir şekilde iki kola ayrıldığını öne sürerek, bunlardan ilkinin geleneksel ve daha sivil temellere dayanan, bilimsel sosyalizmi ve laik Arap milliyetçiliğini kendisine şiar edinmiş ilerici bir ideolojik kanat olarak tanımlarken; ikincisini tamamen askerileşmiş, kişi kültü etrafında şekillenmeye müsait, geleneksel Baas değerlerini yozlaştıran ve fikri ideallerden ziyade iktidar için siyasi pragmatizme meyleden “Neo-Baasçı” bir kanat olarak tanımlar.
Baas Partisi
1970’te askeri bir darbeyle Baas içerisinde darbe yapıp kontrolü ele alan Hafız Esad’dan önceki Baas iktidarını saymazsak, Suriye’de 54 yıllık “Neo-Baasçı/Esadist” bir iktidarın hüküm sürdüğünü söyleyebiliriz. Bu iktidar, Razzaz’ın da tanımladığı gibi Baas’ın geleneksel yapısını belirli ölçüde korusa da esas motivasyonu iktidarını korumak olan, güvenlik bürokrasisini sağlamlaştıran ve sivil bir nizamdan ziyade askeri otoriteyi hâkim kılan bir yapıdaydı. Nitekim yine önemli Suriyeli Baasçılardan olan, Baasçılığı daha milliyetçi ve pan-Arabist bir çizgide savunan Cemal el-Etasi, Hafız Esad’ı geleneksel Baas değerlerini yozlaştırmakla suçlayarak Esad’ın esas amacının kişi kültü etrafında şekillenen bir polis devleti inşa etmek olduğunu dile getirmiştir. Burada üzerinde durulması gereken esas noktalardan birisi de geleneksel Baas’ın savunduğu iktisadi paradigma ile Hafız Esad yönetimindeki Suriye’nin ekonomi politikası arasındaki farklılıktır. Baasçılığın kurucularından ve en önemli fikri liderlerinden sayılan Mişel Eflak, Marksistlerin savunduğu sınıf bilinci yerine ulus bilincini öncelese de Arap devletleri için kamucu, sosyalist, anti-kapitalist ve milli bir ekonomi modeli önermiştir. Arap işçilerini ulusal mücadelenin en önemli unsurlarından birisi olarak gören Eflak, Baas Partisi ile Arap emekçileri arasında asla kopmaması gereken bir bağ kurulması gerektiğini savunmuş ve cumhuriyetin ezilen sınıflar için bir kurtarıcı olduğunu dile getirerek feodalizmi eleştirmiştir. El-Etasi ise, iktidarının ilk yıllarından itibaren Hafız Esad’ın böyle bir ekonomi modeli izlemediğini, görece anti-kapitalist ve kamucu eğilimleri takip etse de etnik ve aile bağları temelli bir “devlet burjuvazisi” inşa ederek nepotizmin önünü açtığını savunmuştur. Ayrıca, geleneksel Baas ilkelerinin sadece askeri ve siyasi elitler arasında sıkışıp kaldığını, sivil halkla bağını tamamen koparmasından mütevellit “elitistleştiğini” dile getirmiştir.
Geçtiğimiz günlerde şahit olduğumuz, Şam’da sona eren yarım asırlık devrin neden bittiği de esasen başlangıcında gizli. Bob Jessop’un Weber, Althusser ve Foucault’a atıfta bulunarak öne sürdüğü denklem, 54 yıllık Esad iktidarı için kullanılınca bize Suriye’nin yakın tarihine dair önemli ipuçları veriyor. İktidarı devralmasıyla birlikte savunduğunu iddia ettiği ideolojiyi kendi siyasi pragmatizmi için törpüleyen, esas meşruiyetini hukuki normlar ve toplumsal mutabakattan ziyade “görünür şiddet”ten alan ve halkı yönetime dahil etmeyi reddeden bir iktidar, inşa ettiği rejimi kırılgan hale getirerek kendi sonunu getirmiştir. Öyle ki bu süreç bize, görünürde fazla güvenlikçi bir müesses nizam inşa etmek isteyen rejimlerin iç ve dış dinamikler tarafından ne kadar kısa sürede çözülebileceğine dair de güzel bir örnek sunmuştur. Bizim buradan öğreneceğimiz en kıymetli tutum; özgürlükçü ve güvenlikçi siyaset arasındaki dengeyi iyi kurmak, her şartta hukuki normları öncelemek, derin sınıfsal farklılıkların önüne geçmek ve güçlü/kapsayıcı bir anayasal demokrasiyi savunarak cumhuriyetimizin kolonlarını daha da sağlamlaştırmaktır.
Alp EMEÇ / Milli Düşünce Merkezi