Geçtiğimiz günlerde, İstanbul’da yapılan Filistin’e destek adı altındaki yürüyüş, türlü nümayişlere sebep oldu. Gösterinin öne çıkan ve tartışma yaratan iki konusundan biri, Köklü Değişim isimli grubun sözde lideri Yılmaz Çelik’in “Hilafet geliyor, kaldır sancağı” sloganı eşliğinde yaptığı paylaşımlardı.
Bir diğeri ise atılan slogan ve kullanılan dövizlere/flamalara tepki gösterip tartıştığı bir adamı yumruklayan gencin tutuklanmasıydı…
Hem de 100. yılını yaşayan Türkiye Cumhuriyeti’nde. Türk ordusunun şerefli bir subayının babalığını yaptığı bir ailenin yetiştirdiği bir Türk gencinin tutuklanmasıydı…
TÜBİTAK gibi bir kurumdan proje bursu kazanacak kadar başarılı, genç bir Türk mühendisi adayının “halkı kin ve düşmanlığa sevk” suçlaması ile tutuklanmasıydı…
E. A. isimli, Yıldız Teknik Üniversitesi Mühendislik Fakültesi öğrencisi üzerinden ülke adaletinin geldiği içler acısı durumu analiz etmekten, ar ediyor ve bu konuyu aziz Türk milletinin temiz vicdanına bırakıyorum. Zira, bu ve bunun gibi hususlar, kanımca sadece birer sonuçtur. Esas mesele, o sonuca götüren nedenleri incelemek ve varsa yanlışları düzeltmektir. Ülkeyi “Ya Allah, Bismillah!” diyerek şirket kurdelesi kesercesine temennilerle yönetmeye başlayan irade, bu yanlışları tespit etmekle, varsa düzeltmekle ve hatta yenilerini eklememekle sorumludur. Göreve talip olan, görevi yapma yeterliliğini de kanıtlamak zorundadır. Çünkü ancak, hukuku herkes için, her kesim için geçerli devlete hukuk devleti denir. Ve Türkiye bir hukuk devletidir, öyle olmalıdır.
Hilâfet nedir, ne değildir?
Bugün, hilâfet çağrıları konusunu daha farklı bir açıdan ele almak gerekir.
Ne yazık ki Filistin halkının, İsrail tarafından uygulanan zulüm altında ezildiği, insanlık dışı bir muamele ile karşı karşıya kaldığı ve neredeyse tüm dünyanın bu duruma göz kulak kapadığı su götürmez bir gerçek. Fakat Türkiye’de yaşananlar, Filistin halkının yanında olmanın ötesine geçmiştir. Orada yaşananları fırsat bilerek, çeşitli ideolojilerin kendisine konuşma ve toplumu tahrik etme imkânı sağladığı görülüyor.
Unutulmamalı ki anayasaya aykırı, suç teşkil edecek davranışlarda bulunarak, bu denli radikal düşüncelerin bile özgürce söylenebilmesi; Cumhuriyet rejimi sayesindedir. Sırf bu imkân için dahi, Cumhuriyet’e ve onun kurucusuna minnet duymak boynumuzun borcudur.
Gelelim canhıraş gelsin diye istenilen halifelik mevzuuna… Halifelik kısaca, Arapların yönetim şekillerinden biridir. Hem de bugün kendilerinin bile geri getirme isteklerinin olmadığı bir yönetim şekli. Türklerin kullandığı bir irade hiç değildir. Hz. Ebu Bekir’den sonra Abbasilere kadar kurumsal olarak duyulmamıştır. Emevîlerde siyasi düzlemde emareleri görülse de halifeliğe tam anlamıyla dinî ve siyasi bir anlam yüklenmesi Abbasi Hanedanlığında karşımıza çıkar. Nihayet, özellikle kölelik statüsündeki Memlükler üzerinden inşa ettirilen ve siyasi bir üstünlük sağlamak amacıyla yaklaşık 250 sene kullanılan, tabir caizse bu “kukla halifelik” makamını, Mısır’da tükenmiş hâlde görürüz.
Öyle ki, Halifeliği üzerine aldığı iddia edilen Yavuz Sultan Selim bile, Mısır Seferi sırasındaki son halife Mütevekkil’i İstanbul’a göndererek Yedikule Zindanları’na hapsettirmiştir. Kendisi de bu ünvanı hiçbir yerde kullanmamıştır. Bunun birinci sebebi, mevzubahis makamın herhangi bir üstünlük kazandıracak tarafının olmaması ve dönemin tükenmiş sıfatı hâline gelmesidir. İkincisi de halife olabilmek için “Kureyşli” olma gerekliliğidir.
Duraklama Dönemi’nde, özellikle Küçük Kaynarca Anlaşması’ndan sonra padişahın bir kurtuluş politikası olarak “Hilafet” terimlerine rastlasak da Tanzimat ile birlikte söylem “saltanat” şekline evrilecektir.
Sevgili hilâfetperestler!
Size kötü bir haber: Türklere hilâfet gerekmez ama aynı zamanda Türkler hilâfet de kuramaz. Zira, Türk’ten halife olmaz. Çünkü bu, esasen her ne kadar uydurma da olsa, Kur’an’a taparcasına taptığınız hadis kaynaklarında da çok sevdiğiniz Buhari ve Müslim’de de geçen o temel doktrine aykırıdır. Halife, Kureyş’ten olur doktrini… Demek ki önce bir Kureyşli bulmanız gerekecek. Sonra sokaklara döküleceksiniz. Ama siz, tıpkı Abdülhamit Dönemi, Ahmet Cevdet’i gibi, Ahmet Mithat’ı gibi gerçeği saptırmayı, buna da Kur’an ayetlerini bile alet etmeyi tercih ediyorsunuz.
Halifelik matah bir yönetim olsaydı, Peygamber’in naaşı kalkar kalmaz kavgaya sebep olmazdı. Büyük büyük isimli 4 Halife Dönemi’nde kan gövdeyi götürmezdi. Çöküş dönemi padişahları, canhıraş bu makamı kullanarak Müslümanları, Osmanlı’nın yanına davet ederken; Mekke Emir’i İngilizlerin yanında yer alıp üzerine bir de 101 pare top attırmazdı.
Müslüman Türk’üm diyenler, uyanın!
Uyan ey “Müslüman Türk”, madde madde uyan!
- Halifelik, din değildir.
- Halifelik, dinden değildir.
- Halifelik, Allah’ın emri hiç değildir.
- Halifelik, kul icadıdır.
- Siyaset aracıdır.
- Otorite temsiliyetidir.
- Ebu Bekir’den sonraki 3 isim bile (Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali) halife sıfatını kullanmamış “Emir’ül Müminin” sıfatını kullanmıştır.
- Bu dönemden sonra Abbasîlere kadar halife sıfatı kullanılmamıştır.
- Atatürk, ölmüş bir makamın sadece cenazesini kaldırmıştır.
- Hilafet, kimseyi, hiçbir Müslüman halkı, tarihin hiçbir döneminde bir araya getirmemiş; aksine ayrıştırmıştır.
Ve en önemli uyarımız: İslam’da din adamı sınıfı yoktur; ruhbanlık yoktur, ruhanîlik yoktur; Allah adına tövbe kabul eden, sizi kafir ilân eden kimse olamaz, size izin veren ya da yasaklar koyan bir önderlik yoktur! Allah’ın muhatabı insandır, insanın da sorumluluğu yalnızca Allah’adır.
Ne olur, şu sese kulak ver:
“Bilgin olmadığının ardından gitme, doğrusu; işitme, görme ve gönül, bunlar ondan sorumludur.” [İsra/17-36].