“Zekâ” anlamındaki “intellect” kelimesinden türetilmiş “Entelektüel” kavramının karşılığında dilimizde biri Osmanlı Türkçesi diğeri de yeni iki kelime bulunmaktadır: Münevver ve Aydın. Bu iki kelime de aynı anlam köküne sahip. Münevver “aydınlanmış” edilgen bir anlama sahipken “aydın” kaynağın kendisi etken bir anlama göndermede bulunur.
Aydın ve entelektüel politik ve toplumsal bir öznedir. Genel kullanımda üniversite bitirmiş, “mürekkep yalamış” aydın kamusal ve sivil yaşamın pek çok katmanında yer alabilir. Entelektüel ise zihinsel etkinlik açısından fikir üreten ve sosyo-politik ve kültürel alanda etkin bir değişimin öznesidir. Marksist literatürde emek kol ve zihin emeği olarak tasnif yapılır. Entelektüeller zihin emekçileridir.
Bu yazıdan itibaren “Milliyetçi aydın sorunu” olarak tespit ettiğimiz konu üzerinde bir dizi yazı ile düşüncelerimizi paylaşacağız. Bir bakıma öz-eleştiri diyebiliriz. Bir düşüncenin, ideolojinin gelişmişliğini, diğer ideolojik düşünceler içindeki konumu, sorun tespiti, sorunlara önerdiği çözümleri, analiz yeteneği, bilimsel düşünce gücü gösterir. Bütün bu özgülükleri toplumu ve diğer ideolojik grupları etkileyebilme, onların biliş dünyalarına nüfuz edebilme kabiliyetine tesir eder veya edebilmelidir.
Gökalp’ten günümüze aydınlar üzerine yazmak sadece Milliyetçi düşünce içinde değil genel açıdan Türk düşüncesinde vazgeçilmez bir temadır. Milliyetçi düşüncede aydınların, millet, milliyetçilik, tarih, vatan, medeniyet, kültür yanında aydın/münevver kavramları fikir üretilen vazgeçilmez çalışma konularıdır.
Aydın konusu bir bakıma her politik ve kültürel hareketin kendi kimliğini tanımasını ve inşa etmesi anlamına geliyor. Sosyalist aydınlar da bu sahayı boş bırakmıyor. İçerik ve yöntem farklı olsa da kimliğin inşasında rolü aynı. Aydın sorunu aynı zamanda zihniyet sorununa göndermede bulunurken özdüşünümsel bir işlevi söz konusudur.
Aydınlar, kimi zaman mensubu olduğu camianın aydınlarının işlevlerini ve misyonlarını çözümlerken kimi zaman da kendisinin ötekisi olarak konumlandırdığı camianın aydınlarını eleştiri konusu yapar.
Halk ile aydın arasındaki ilişki ise bir bakıma en popüler konu. Halkına yabancılaşmadan tutun da halkın aydınlatılmasına kadar farklı ilişki biçimleri sorunun ele alınmasında yardımcı olmuş. Değişmeyen ise aydın-halk paradigmalarının mündemiç olduğu ikilikteki hiyerarşik yapının yarattığı tahakkümün hangi yöne doğru bağımlılığını ve etkisini oluşturacağı konusu. Halk mı aydını yoksa aydın mı halkı “adam edecek”? Gökalp aydınların halka gitmesi gerektiğini söylüyor. Böylece milli kültürün kökleri keşfedilecek ve işlenecek. Bu misyonun sebebi Osmanlı’daki gibi aydın halk ikiliğinin ortadan kaldırılması inancı. Çünkü, milli bir kültür inşa etmenin yolu halktan geçer. Çünkü halk milli kültürün özünü bünyesinde taşır.
Modernitenin ve özellikle bunun önemli bir aşaması olan Aydınlanma’nın etkisindeki zihni gelenek ise aydına “halkı aydınlatma” misyonu yüklemiştir. Rahmetli Durmuş Hocaoğlu, “Kendisine ilan-ı aşk edilen Yüce Türk milletinin bu derin aşkı hemen hemen hep cevapsız bıraktığı hususu da bugüne kadar bu camianın entelektüelleri tarafından tartışılmamıştır’’
derken milliyetçi aydın ile halk arasındaki derin uçuruma vurgu yapıyor. Özeleştiri gerektiren bu sorun üzerinde durulmuyor ve tartışılmıyor. Tartışılmasını da sorunu görmeyi de engelleyen “biz milletimizi seviyoruz” ve “milliyetçilik milletini sevmektedir” yargısının yarattığı duygusal ve zihinsel bariyer. Milletimizi sevdiğimize göre bir sorunumuz yok. “Milletle özdeşlik” kurgusu, gerçekliğin idrakinin önündeki ciddi bir engel.
Kavramların sahip olduğu anlamlardan bağımsız olarak aydın zaten okumuş, yazmış, bilen özne konumunda, toplumdan farklılaşıyor. Bu “bilen” ile “bilmeyen” farkı doğal bir süreç. Bir de buna tarihsel süreçteki sürekli kaos koşullarının eklersek aydının durup kendi üzerine düşünmesi lükse kaçıyor. Hocaoğlu’nun devamındaki tespiti önemli: “Milliyetçi camianın bence en fazla göze çarpan niteliklerinden birisi, çok aceleci ve pratikçi olmalarıdır bu da onların eylem’e teori’nin önünde yer verdikleri sonucunu doğurur.’’ Modern Avrupa ile ilk temas anından itibaren çöken bir devlet ve sürekli savunma ve kurtulma kaygısı içinde yaşayan toplumun bir ürünü olan aydın, farklı bir zihinsel etkinlik yaratamıyor. Sadece milliyetçi camianın değil bütün ideolojik grupların kaygısı bu süreçte benzer sorunlar üzerinde tecessüm etmiş ve gelişmiştir. Hocaoğlu’nun dikkat çektiği sorun üzerinde ısrarla düşünmemiz gerekir.
Milliyetçi aydınların kendilerini millet ve vatanseverlikte üst aşama olarak görmeleri halkın da böyle görmelerine neden olmuyor. Sevgi tek taraflı. Sevginin ifadesinde ve gösterilmesinde mi bir sorun var? Milliyetçilik millet nezdinde kabul görse de bu toplumsal ve siyasi bir “güç” formunda yansımasını bulamıyor. Üzerinde “düşünülmesi” ve kuramsal düzlemde işlenmesi gereken bu ilişki biçiminin çok boyutlu olarak çözümlenmesi ve müzakere edilmesi gerekir.
Millet merkezli olarak kendimizi söylem üzerinden inşa etmek ve zihinde kurulan ikili yapı sosyalist aydınların da bir çıkmazıdır. Onlar da “halk için” söylemi milliyetçikten görünüşte benzerlik taşısa da içerik ve metodolojik açından radikal bir kopukluk içerir. Çünkü, sol halkın sınıflardan oluştuğunu ve çatışmacı bir toplum tahayyül ederek mevcut toplumu birbirine karşıt biçimde kurgular. Bir sınıfın bir diğer sınıf üzerindeki mutlak tahakkümü ve sömürüsü ana sorunsal.
Modernite’nin yaratmış olduğu zihinsel düalitenin bir yansıması olan aydın-halk ayrışması aydının alt ideolojik kategorilerinin her birinin sorunudur. Tahakkümcü tahayyül zorunlu olarak bu ikiliği mecbur gördüğü oranda sorun da varlığını sürdürecek. Bunu aşmanın yolu da karşılıklı bir ilişki ve etkileşim içinde soruna bir yaklaşımın geliştirilmesidir. Böylece aydın için bir nirengi noktası ortaya konulurken halk için de bilgi ve incelmiş/yüksek kültür açısından mevcut yapısını tahkim edebilir.