Likyalılardan Avşarlara Bir Tarih Soruşturması-3

İkbal Vurucu

Kent, kasaba gibi mekana dayalı yerel tarih çalışmaları, pek çok disiplinin ortak nesnesi konumundadır. Sosyoloji, edebiyat, eğitim bilimleri gibi sosyal bilimlerde özellikle kent ve kentin fiziki ve kültürel unsurları farklı amaçlarla araştırma konusu olabilmektedir. Mesela, eğitim bilimlerinde yerel tarih çalışmaları artık Milli Eğitim Bakanlığının ders müfredatına kadar girmiştir. Burada yerel tarih eğitimi söz konusu olduğunda yaygın olarak sözlü tarih yöntemi kullanılmaktadır. Akademisyenler ve öğretmenler gibi gruplar bilimsel yöntemi kullanılırken daha çok araştırma yapılan bölgenin mensubu amatör tarihçilerin çoğu zaman bilimsel yönteme dikkat etmedikleri gözlemlenebilmektedir. Herhangi bir akademik formasyona sahip olmayan kişilerin yürütmüş oldukları tarih çalışmaları da mevcut tarih çalışmalarından eklektik/derlemeler şeklinde yapılmakta, yüzeysel betimlemeler öne çıkmakta, sistematik bir literatür taraması ve arşiv araştırmasına girememektedir.

Yerel mekân çalışmalarına bölgedeki üniversitenin tarih bölümü mensupları da yoğun ilgi göstermektedir. Hatta bazı tarihçilerin bütün akademik kariyerini bu alana hasrettiği de görülebilmektedir. Bunların bulundukları şehrin, ilçelerinin, kasabalarının  ve önemli addedilen mekanlarının tarihini arşivlere dayanılarak yapıldığı görülmektedir. Temettuat, nüfus defterleri, salnameler, tahrir defterleri, İcmal defterleri, vakıf kayıtları, şeriyye sicilleri gibi kaynakların transkripsiyonu ağırlıklı olarak kendini gösterirken kimi zaman incelenen yerleşim yerinde kaç ailenin bulunduğu sahip oldukları hayvanlar ve sayıları gibi arşiv belgelerinden bilgiler herhangi bir analize tutulmadan aktarılmaktadır. Bu gibi tasvirci yaklaşımlardan ibaret olan çalışmaların analitik, toplumsal ve siyasal analizlerden uzak oldukları görülmektedir. Toplumun yapısal unsurlarıyla ilişkisinin kurulup bir anlam içine dahil edilmemekte, analiz elemanı olarak bu belgelerin toplumsal ve kültürel örünteki anlamı ve işlevi sonuçsuz kalabilmektedir. Başka bir ifade ile yerel tarihin genel ülke veya devlet tarihi ile ilişkilerinin arasında bir bağ kurulmamasının çözümlemelerde zayıf kalmasına sebep olmaktadır.

Bilimsel bir yöntem olarak kabul gören sözlü tarih, gündelik yaşama dokunan kişilerin, grupların yaşamını konu edinir. Gündelik yaşama bağlı olarak hatırlanabildiği kadarıyla belirlenen amaca göre, insanın nasıl yaşadığı, yediği, içtiği, gelenekleri, hangi sorunları nasıl çözdüğü, hangi olay ve durum karşısında neler düşündüğü, hissettiği araştırılır. Kısacası bir kişinin, gündelik yaşamındaki bütün olayların ve yaşantıların anlatımına dayanır. Genel olduğu gibi, belirli alanlarla sınırlanarak o alanın bütün boyutları da araştırılabilir. Bütün bu anlatımlardan elde edilen bilgidir, üretilen bilgidir. Bu bilgi konuşmaya dayanır. İşte bu özelliğiyle tarihten ayrılır. Sözlü tarih arşive, kitaplara, anıtlara vs. dayanan tarihten farklı bir bilgi türüdür. Öznenin mekâna bağlı olmasına dayanarak anlatılan ve üretilen bilgi de yerel tarihin bir ürünüdür.

Yerel tarihin araştırma nesnesinin genelde mekâna bağlı bir tarih üretimi olduğunu belirtmiştik. Bu noktada temel bir sorun alanı olarak köy, ilçe, il tarihlerinde ilk önce bölgenin sakinlerinin kim olduğu konusu gündeme getirilir ve uzun uzun bölgenin binlerce yıl öncesinin sakinleri anlatılır. Yerleşim yerlerinin kültürlerinin ve isimlerinin kökenleri tartışılırken kadim Anadolu halklarına ve kültürlerine kadar tartışma götürülür. Milli tarihle ve bilinçle olan kırılma da burada somut olarak tezahür eder. Tarih beş binden on binlere kadar götürülür. Hititler, Urartular, Lidyalılar, Frigler, Helenistik uygarlıklar, Romalılar gibi “uygarlıklara” vurgular yapılır. Ermeniler ve Rumların komşuluklarından, eski sahipliklerinden bahsedilir. Mekân ve insan unsuru arasında kurulan bu bağ doğal olarak bir aidiyet ilişkisine dönüşebilmektedir. Millî Eğitim Bakanlığı da, İlköğretim sosyal bilgiler dersi program ve müfredat programlarında yerel tarihe ilişkin maddeler söz konusudur. Tarih kitaplarının yanında okullarda tarih ve sosyal bilgiler dersi bünyesinde müfredat aracılığıyla yaygınlaşan ait olunan bölgedeki bu kadim halklara yönelik arkeolojik eserler tarihin ilk öğrenme aşamasında güçlü bir aidiyet bağı yarattığı gerçeği de gözardı edilmemelidir. Mekâna/coğrafyaya bağlı olarak inşa edilen aidiyet duygusu böylece Hititlerle, Lidyalılarla, Ermenilerle aynı\özdeş bir toplulukmuş gibi bağ kurulabilmektedir.

Söz konusu insana bağlı zaman-mekân ilişkisindeki kopukluk, günümüz kişilerin/öznelerin geçmiş algısındaki anakronik bir tarih tahayyülüne dayanmaktadır. Bu durum ise “Kavimler kapısı Anadolu”, “Anadolu mozaiği”, “Anadolu uygarlıkları” yaklaşımı melezlik, çoğulculuk, çok kültürlülük gibi toplum-kültür modellerine bir temel oluşturma gayretlerine yol açabilmektedir. Sonuç olarak bu ilişki biçimi Türk kimliği açısından yıkıcı, milli bilinci parçalayıcı, benliği zayıflatıcı nitelikle ortaya çıkma potansiyeli taşır.

Sık sık gündeme gelen sağ ve sol versiyonlarıyla Anadolucu tarih yaklaşımının ortak yönü Anadolu’nun yerli halkı olarak sunulan Hitit, Lidya, İyon, Rum, Ermeni vb. Anadolu halklarıyla Türklerin Anadolu’ya gelmesiyle karıştığıdır. Türkler artık Türkistan’dan gelen Türkler değildir. Anadolu’da karışmış ve hem ırki hem de kültürel olarak farklı bir millet olmuşlardır. Günümüzde de 47 etnik topluluktan oluşan çok kültürlü bir Anadolu veya Türkiye toplumu olduğumuz düşüncesi ortaya çıkmıştır. Bu yaklaşımların her birinin üzerinde ittifak ettiği nokta, “Türk”ün bu düşüncede yer bulamamasıdır. Türk milleti olgusunun yok sayılması kendini ciddi bir paradoks olarak Avşar, Türkmen, Yörük gibi kimlik sunumlarında ve çoğunluğu masum bir yerel tarih öznesi olarak Lidya, Hitit, Urartu vs. halkların bir devamı olduğu düşüncesinde kendini yeniden üretebilmektedir.

Tarihteki bir olayın anlatımının gerçekliği, var oluşu tek başına bir şey ifade etmez. O tarih değildir. Tarih olabilmesi için bir bütünün içinde anlam oluşturucu veya pekiştirici işlev görmelidir. Tarih inşa edilir, kurgulanır. Bu sebeple olayların ve bilgilerinin tek başına bir Tarih değeri yoktur. Mesela bir mekânın önceki sahibinin Lidyalılar olması mevcut toplum için bir anlam taşır mı? Bu, bilginin kişinin bilişsel evrenindeki anlam şemasındaki işlevine göre değişir. Siz, Lidyalılar ile psikolojik bir bağ kurarsanız, kendi atanız, kökünüz olarak görürseniz sizin zihin dünyanızda da işlevsel bir konumda demektir. Tarihçi kurgusu içinde buna bir anlam verilebilmesi, tarihin bir unsuru yapılabilmesi için psikolojik bir bağ kurarak anlam üretmesi veya üretilen anlamın ve bütünün bir unsuru olarak görev alması gerekir.

Her tarih tasarımının meşrulaştırıcı bir işlev gördüğü, iktidar mücadelesi anlamına geldiğini hatırda tutarak, belirtmeliyiz ki, yerel tarih tasarımı ideolojik bilgi yapısına göre, milli kimliği olumsuzlaştırıcı bir işlev görebilmektedir. Ayrıca, milli tarihin bütünsel yapıyı önceleyen, yaklaşımına tezat teşkil eder. Tarih bilincinin yani özdeşleşmenin gerçekleşebilmesi için “bugünde” yaşayan öznenin psikolojik bir bağlılık ve süreklilik gerektiren sosyal ve kültürel bir aidiyetlik gerekir. Tarih bir bakıma oluşturucu dinamik ilişkiler ve etkileşimlerle inşa edilir. Bu sebeple, coğrafyaya bağlı bir tarih kurgusunda bugünde yaşayan özne, geçmişte varolmuş ve sonrasında yok olmuş, bütün bilgisi arkeolojik argümanlardan ortaya çıkan toplumlar ve kültürlerle bir özdeşleşme kuramaz. Çünkü, bugünkü özne ile kültürel bir süreklilik söz konusu değildir. Yerel tarih çalışmalarındaki kadim Anadolu halklarına ve kültürlerine yönelik ilişkilendirme gayreti bu noktada önem taşır. Özakpınar’ın da vurguladığı gibi, “Tarihin konusu olan eylemler, gözlenebilir davranışlarla birlikte onları doğuran düşünceleri ve duygulardır. İnsan eylemlerinin anlamı, onları doğuran düşünceleri ve duyguları sezmeden anlaşılmaz. İnsanın olaylar karşısındaki düşünceleri ve duyguları bir değer sistemine göredir. Çünkü insan, bir imkânlar alanı ve özgürlük kaynağı olan bir zihinle eylemlerini seçer. Bu seçim bir değer sistemine göre olmak zorundadır.”[1]

 

[1] Özakpınar, Y. (2002), İnsan Düşüncesinin Boyutları, Ötüken, İstanbul, s. 158