Cuma Çiçek, Birikim Haftalık sitesinde “Seküler Köprüler, Milliyetçi Bariyerler”1 başlıklı bir makale yayımladı. Kürt Sorunu üzerine düzenli yazılar kalem alan Çiçek, son yazısında Türk Milliyetçiliği, sekülerlik ve Kürt sorununun çözümü üzerine bir analiz ortaya koyuyor. Çiçek’in yazısını öne çıkarmamızın sebebi, Kürt sorununun çözümünde Türk milliyetçiliğinin yerini hep dışlayıcı, reddedici, düşmanlaştırıcı bir dille vurgulayan sosyalist sol ve liberal sol söylemden farklılaşması. Türk milliyetçiliğini sol cenahta mutat olduğu üzre “ırkçı”, “faşist” paradigma gibi basmakalıp yargılarla ele almaması. Doğrudan bir “engel” görmemesi. Rasyonel bir şekilde, umutsuz da olsa, Kürt sorununun çözümünde bir imkan yaratılabileceği üzerine beyin jimnastiği yapması.
Bu yazıda ilk aşamada tartışacağımız tespitleri şöyle: “Sekülerleşme dalgası AK Parti sonrası olası demokratik dönüşüm sürecine Kürt itirazını katma potansiyeli taşıyor, bununla birlikte bu dalganın sınırlarını Türk milliyetçiliğinin dönüşüm kapasitesi belirliyor.” Kürt sorunun çözümü Türk milliyetçiliğinin dönüşüm kapasitesine bağlanırken bu kapasiteyi harekete geçirmesi öngörülen değişken sekülerleşme. Elbette yazının başlığında Türk milliyetçiliği olsa da büyük bölümü Kürtler ve sekülerleşme üzerine durulmuş. “Türk sokağının ve Türk siyasetinin seküler-milliyetçi bir dönüşüm sürecinden geçtiğini” vurgulayan Çiçek, bu sürecin imkanlarını tartışır. Fakat biz yazının bu kısmında sadece bir varsayım üzerine eğileceğiz.
Çiçek yukarıdaki önermesine bağlı olarak şu tespiti yapar: “Ana-akım Kürt siyasetinin seküler karakteri CHP-İYİ Parti liderliğiyle temsil edilen muhalefetle ortaklık zemini sunuyor. Bu zeminin değerlendirilmesi ve ortaklığın sağlanması durumunda Türkiye’de hem sokakta hem siyaset alanında hem de devlet yapısında seküler dönüşüm süreci köklü ve kalıcı hale gelebilir, bu süreç hızlanabilir. Bununla birlikte bu sekülerleşme sürecinin bir sosyal demokrasiye evrilmesi esas olarak Türk milliyetçiliğinin dönüşme ve Kürt itirazını içerme kapasitesine bağlı. … Özetle, Kürt meselesi Ankara’daki hâkim siyasi bloklar arasında, özellikle seçimlerde bir rekabet unsuru olabildiği ölçüde Türk milliyetçiliği dönüşebilir.”
Çiçek, “Kürt sokağı”ndaki seküler karakterin “Türk sokağı”nda CHP-İYİ Parti tarafından temsil edilen muhalefetle “ortaklık zemini” yaratığı üzerinde durur. Şayet bu ortaklık sağlanacak olursa hem sokakta ve siyasette hem de devlette seküler dönüşümün kalıcı hale gelebileceği belirtilir. İşte bu zeminin bir “sosyal demokrasiye” evrilmesinin şartı “Türk milliyetçiliğinin dönüşme ve Kürt itirazını içerme kapasitesine” bağlıdır.
Bu konuya değinmeden önce bir açıklama yapmayı elzem görüyorum. Milliyetçi camia, bazı konuların konuşulması ve bazı kavramların kullanmasının en hafif tabirle bir “sapma” olarak görüldüğü sıklıkla da “Amerikancı”, “küresel işbirlikçi” ve hatta “liboş”(!) olarak rahatlıkla itham edilebildiği, bununla da kalınmayıp “hainlikle” yaftalandığı bir yerdir. Biz de hakikaten zor bir camiada yer aldığımızı itiraf ederek başlayalım. Bu yüzden de bazı ön açıklamalar yapmak zorunda kalıyorum. Aksi halde itibarsızlaştırmaktan ekmeğimizle oynamaya kadar giden bir saldırı furyasıyla muhatap olmamak içten değil.
Hemen vurgulamamız gereken, Türk Milliyetçileri arasında “Kürt itirazını içeren” bir dönüşümün gerçekleşmesi ihtimalinin, entelektüel düzeyde her zaman tartışılabilir bir konu
olabileceğidir. “Türk Milliyetçiliği açısından Kürt Sorunu yoktur. Bunun kabulü PKK’nın meşrulaştırılmasıdır o zaman tartışmaya da gerek yok”, gibi kestirip atan bir gerekçe anlamsız bir tutumdur. Kürt Sorununun toplumsal bir düzlemde bulunmadığını bunun ülke içinde ve dışında güçlü ayakları olan tamamen bir propaganda ürünü söylem olduğunu kabul edebiliriz. Her halükarda bir sorunun varlığını kabul ederek işe başlıyoruz. Bizim reddedince yok olmayacak, toplumsal veya değil, gerçeklikten kopuk bir söylem veya değil, neticede tartışma alanı teşkil eden bir sorun var. Sonuçta kendini dayatan bir tartışmanın içindeyiz ve bizim/Türk milliyetçilerinin sessiz kalması oranında da söylemler toplumsal bir zemin kazanma aşamasında büyük ilerleme kaydetmiştir. Özellikle Kürt Açılımı döneminde.
Türk Milliyetçileri entelektüel bir tartışma olarak federasyondan Kürtlerin bağımsızlığına kadar bütün “çözüm önerilerini” tartışır. Tartışmak demek, kabul etmek, onaylamak anlamına gelmez. Bir fikrin gerçekleşme potansiyelinin ortaya konulması ve tartışılması her halükarda ülke için faydalı bir eylemdir. “Böldürmeyiz”, “yıktırmayız” gibi keskin yargılar öfke içeren sloganlar, evet, düşüncede bir kararlılık ifadesi olabilir. Ama bu kararlılık bir düşünce üretimi veya ifadesi değildir.
Bir “düşünceyi” ve “tartışmayı” devre dışı bırakan tavırların gündelik hayatımızda sıradanlaştığı bir zaman diliminden geçiyoruz. Gelecekte, ideallerimize göre yaşamamızı sağlayan bir dünya yaratma ülkümüzün kendi irademiz dışındaki etkenlerle sekteye uğratabileceğini de unutmamak lazımdır. Bazen eylemlerimize referans oluşturan, düşünce ve tutumlarımız için zihinsel harita işlevi gören kurum ve kişiler açık bir şekilde “davaya aykırı” bir çizgiye kayabilir. Fikrin değil de “sorgulanmayan lidere” kayıtsız şartsız biatın sonucu fikrin eyleme dönüş potansiyelinin etkisizleşmesidir. İşte böyle bir durumda karar vericilerin aldıkları “davamıza” ve “ülkümüze” aykırı kararlar, tutum ve tavırlarımızda bizi zorda bırakacak bir noktaya gelmiş olabilir. Türk milliyetçiliğini tekeline alan kişi, grup ve partilerin zincirlerinden kurtulup eyleme dönüşme gücünü açığa çıkaran bir fikrî/Türk milliyetçiliğini esas almamız özgür irademizin de tecessümü anlamına gelir.
Ülkücü Türk milliyetçileri bugün ne ölçüde özgür iradeleri ile içinde yer aldıkları grupları ve teşkilatları yönlendirebilmiştir? Deneyimlerimiz pek başarılı olduğumuzu göstermemektedir. En somut örneği, AKP’ye karşı gayet sert söylemlerin sahibi iken hatta “hainlik” iddialarından bir anda ittifaka girilerek “vazgeçilmez vatansever” aşamasına geçmiş olmaktır. Bu ana referans noktalarını oluşturan “değer ve ilkeler”den ciddi bir sapma anlamına gelir. Bu “sapma” durumunu belirleyen fikrî referans zemini değil, biat edilen kişi ve bir “inanç” merkezine dönüşen partidir. O zaman Türk milliyetçileri, Türk milliyetçiliğine aykırı bir tutum ve tavır içinde yer alabilirler.
Bazı örnekle açıklayalım sorunu. Belediye seçimlerinde “terörist başı Öcalan”dan mektup getirme ve kardeşi “kırmızı bültenle aranan terörist” Osman Öcalan’la devlet kanalında AKP’ye destek mesajlarının alınması karşısında Ülkücülerin tutum ne idi? Kürt Açılımı döneminde birilerine hoş görünmek için kaldırılan Andımız’ın yeniden okunması yönündeki mahkeme kararına rağmen uygulanmaması karşısında sessiz kalmak ne anlama gelir? Doğu Türkistan’daki soykırımı Avrupa’da kınamayan, Çin şirketlerine yaptırım uygulamayan ülke kalmadı ama MHP ve ortağı olduğu hükümet kör, sağır.
İşte bu örnekleri vermemin sebebi Ülkücülerin “sert, keskin, tavizsiz” duruşlarının “parti” ve “lider” üzerinden nasıl etkisizleşeceği ve iddialarının boş bir söyleme dönüşebileceğini bize
göstermektir. Böyle bir atmosferde “Türk milliyetçiliğinin dönüşme ve Kürt itirazını içerme kapasitesine bağlı” gibi önermelere dayalı analizler de “imkan dahilinde” şerhiyle gündeme getirilebilir.
Aslında can alıcı soru şu? Peki Türkiye bölünür mü?
Osmanlı İmparatorluğu’nu da böldürmeyiz, yıktırmayız dedik ama elimizden Anadolu’nun dahi kayıp gittiğini unutmamak gerek. Gerektiğinde Atatürk liderliğindeki gibi bir Millî Mücadeleyi bugün de veririz. Ama burada bizim üzerinde ısrarla durmamız gereken İmparatorluğun neden yıkıldığı üzerinde derin, geniş çaplı çalışmaların yapılmasıdır. Başarılarımız, zaferlerimiz, bunların hangi şartlarda, hangi zorluklarla kimlere karşı nasıl kazanıldığı en ince ayrıntısına kadar araştırılması gerekir. Bununla da yetinmeyip okullarda her düzeyde öğrencinin anlayacağı şekilde romanlaştırıp, hikayeleştirip, tiyatrolaştırıp, şiirleştirip öğretilmesi gerekir.
Velakin, bu zaferlerin, savaşların araştırılması, öğrenilmesi kadar bu yok oluşa bizi sürükleyen yani İmparatorluğumuzun çöküşüne giden süreçlerin, olayların, politikaların, ihmallerin, aktörlerin de çok çeşitli yönleriyle araştırılması elzemdir. Niye çöktü? Sorusuna doğrudan cevap arayan sosyo-politik yönden araştıran bir bilimsel çalışmaya rastlamadım.
Bu sebeple Türkiye Cumhuriyeti’nin yıkılmasına izin vermemek için tavır koymak ayrı ama yıkılma senaryolarını içeren tartışmaları dikkate almak ve buna göre tedbir almak çok başka bir olaydır. Kürtçü aydınların çok geniş boyutlu bazı sorun alanları belirleyip sürekli bunlar üzerinden entelektüel egzersiz yapması bizi savunmaya çekmemeli, aksine bu söylemlerin iyi takip edilip “Arap tipi çözüm” yanında “Türk tipi çözüm” gibi kavramlaştırmalarla neyi kasdettikleri, nasıl bir politik ve askeri strateji takip ettikleri, bu sürecin kültürel ve toplumsal ayağının nasıl görüldüğü ve işlendiğini bütün açıklığı ile tecessüs edebiliriz.
Türk Milliyetçilerinin bilimsel ve entelektüel nitelikli herhangi bir tartışmadan çekineceği bir durumun olmadığını düşünüyorum. Türkiye etnik merkezli bir bölünme sürecine girip girmediği konusunda Kürtler öne çıkıyor ama Gürcü ve Lazlar üzerinde de ciddi bir yayın ve “yıkıcı propaganda” etkinliğinin yürütüldüğü gerçeği Türk milliyetçilerinin gündeminde yoktur. Yani gündemde olmayınca tehlike yok olmuyor. Anadolu’da “Kürdistan” yanında bir de “Lazistan” projesi PKK’nın politik çizgisindeki zümrelerin kontrolünde ve etki sahasındadır. Peki Türk milliyetçileri bu tehlikenin ne kadarının farkında? “Böldürmeyiz” diyoruz ama tehlikenin boyutu, niteliği, kimliği konusunda herhangi bir bilgi sahibi değiliz. Doğal olarak bir mücadele stratejisi de yok. Bu durumda “bölücü” akımlarla mücadelede başarı derecesi nedir?
2009 yılında resmi olarak varlığı kabul edilen Kürt Açılımının bizi getirdiği noktanın bir adım ötesinin “bölünme” olduğu aşikar. Kürt Açılımını halka anlatmak ve PKK’yı aklama operasyonlarında Türk Milliyetçilerinin tepkileri yanında Türk milletinin nasıl sessiz kaldığını, yeri göğü inletmediğini de hatırlamak gerekir. Acaba niye sessiz kalmıştı? Çok sevdiğimiz ordumuzun subayları, paşaları PKK’lıların tanıklığıyla içeri atılırken niye sessizdi? İşte bu sorular “böldürmeyiz” demekle böldürülmeyeceğinin bir gerçeklik olarak ele alamayacağımızı bize gösterir.
Peki Türk Milliyetçilerinde durum neydi? Milli Düşünce Merkezi’nden Sadi Somuncuoğlu, İskender Öksüz gibi aydınlarımızla maddi imkansızlıklara rağmen Açılımın tehlikelerini halka anlatma görevini üstlenmişlerdi. Bir tür PKK’yı meşrulaştırma girişimi olan Akil Adamların
aksine halka Açılımın kötülüklerini, zararlarını anlatmak için il il gezerken acaba kimlerden engel gördü bugün hatırlayan var mı? Bu soruya bağlı olarak aynı şekilde Türk milliyetçisi sivil toplum örgütleri acaba Açılıma karşı tavizsiz bir şekilde monoblok bir set oluşturabilmiş miydi? Mesela Hak-İş Kürt sorunu, anadilde eğitim gibi konularda sempozyumlar yaparken Açılıma destek olurken Kamu-sen bu taleplere karşı çıkışı bilimsel zeminde işleyen çalışmalar yapmış mıydı?
Soruları, akil adamlar heyetindeki milliyetçiler kimlerdi? Hakkari’de halay çeken milliyetçi sivil toplum örgütünün başkanı kimdi? Gibi sorularla sorgulamalarla çoğaltabiliriz.
Kısacası, herhangi bir bölünme sürecinde ne Türk toplumu ne de milliyetçiler aynı tepkiyi veriyor. Hamasi söylemlerin havada uçuştuğu, insanımızın gazını alıp tepkisizleştiren sosyal medyadan “kahrolsun”, “böldürmeyiz” gibi sloganların atılması milliyetçilik açısından yok hükmündedir. Sosyal medyada slogan atınca “görevini” yaptığını düşünen milyonların bulunduğu bir ülkede acaba tehlike var mı, yok mu? Veya uzak mı?
Devam edeceğiz…