Sorun
Temmuz ayından beri yoğun bir şekilde kadına şiddet konusu üzerinden İstanbul Sözleşmesi’ni tartışıyoruz. Türkiye’nin öncülüğünde hazırlanmış olan ve 2011 yılında kabul edilen Sözleşme kadına yönelik şiddet konusunda önemli bir sorunun çözümüne yönelik atılmış olan bir adımdır. Bu sözleşmeye karşı çıkanlar, ailenin yok olması ile sonuçlanacak şekilde tahrip edildiğini ve bunun da eşcinselliğin meşrulaştırılması, özendirilmesi ve cinsiyetsizleşme gibi yöntemlerle gerçekleştirildiğini vurgulayarak pejoratif bir tarzda konuyu ele almaktadırlar.
Bir milliyetçi eşcinsellik hakkında ne düşünür? Bu önemli bir soru/n/dur. Milliyetçilerin, konu hakkında ne düşündükleri pek merak edilmedi. Ülkemizde ve dünyada tartışma gündemi olan bir çok önemli sorun konusunda özel olarak Türk milliyetçilerinin ne düşündüğü ve nasıl bir konumda yer aldığı önemsenmez. Söyleyecek sözü var da önemsenmediğinden değil, milliyetçi bir yaklaşımla soruna eğilinmediği ve özgün bir boyuttan görüş sarf edilmediğinden. Türk milliyetçilerinin kendilerini bir konuya dahil edememeleri edilgen yapılarının devlete angaje olması yanında Parti bağımlı bir konumda yer almasına bağlayabiliriz. Aslında milliyetçi aydınların bağımsız, diğer düşünsel gruplardan farklılaşan bir özgünlüğe kavuşamaması temel etkendir. Siyasi, kültürel, entelektüel egemen yapılara yönelik eleştirel bir tutum takınamamayı görünürlük kazanamamanın ana sebebi olarak görebiliriz. Burada genel olarak İstanbul Sözleşmesinden bahsettikten sonra işin bamtelini oluşturan “eşcinsellik” konusu üzerinden bir sorgulama gerçekleştireceğim.
İstanbul Sözleşmesi Nedir? İddialar Nelerdir?
Sözleşmenin resmi adı “Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi.” İçeriğine uygun bir başlık. Kadına yönelik şiddet konusunda hukuki bağlayıcılığı bulunan ilk uluslararası belge özelliğini taşıyor. İstanbul’da yapılan Avrupa Konseyi Bakanlar Kurulu toplantısında Mayıs 2011’de imzaya açıldı. Bu sebeple “İstanbul Sözleşmesi” olarak biliniyor. 81 maddeden oluşuyor. Sözleşme iki soruna odaklanıyor. Birincisi kadına yönelik şiddet ve ikincisi de aile/ev içi şiddet. Bu doğrultuda Sözleşme’nin ana odağı kadınlar ve kız çocukları olmakla birlikte; ev içi şiddet (domestic violence) kapsamına kadın erkek fark etmeksizin yaşı ne olursa olsun herkesin girebileceği söylenebilir. Sözleşme’nin “ev içi şiddet” bağlamında yaşlı ya da yetişkin erkekler dahil mağdur konumundaki diğer gruplara uygulanıp uygulanmayacağı imzacı devletlerin ülkelerindeki yasal düzenlemelerine bağlı.
Bu doğrultuda sözleşmenin taraflarca nasıl uygulandığını izleyecek bir uzmanlar grubunun (GREVIO) kurulması ve GREVIO’nun bir denetim mekanizması olarak çalışması öngörülüyor. Avrupa Konseyi tarafından desteklenen ve taraf devletler için bağlayıcılığı olan İstanbul Sözleşmesi'ni ilk imzalayan ülke Türkiye oldu. Ardından 24 Kasım 2011'de Mecliste İstanbul Sözleşmesi'ni onaylayan Türkiye, bunu meclisine taşıyan ilk ülke olma özelliğine da sahiptir. İstanbul Sözleşmesi, 1 Ağustos 2014 itibarıyla Türkiye’de resmen yürürlüğe girdi. Aileyi parçaladığı, eşcinselliği meşrulaştırdığı iddia edilen İstanbul Sözleşmesi’nin AKP iktidarları döneminde Türkiye’nin öncülüğünde hazırlanmış ve kabul edilmiştir.
Ayrıca İstanbul Sözleşmesi, “toplumsal cinsiyet” kavramının tanımını yapan ilk uluslararası sözleşme olarak da biliniyor. Sözleşmede, mevcut toplumsal cinsiyet anlayışının kadınlar ve erkekler için toplumsal roller biçtiği ve toplum tarafından üretilen bu rollerin kadınlara yönelik şiddette payı olduğu vurgulanıyor. Aslında hedef bir zihniyet biçimi olmaktadır. Bu bağlamda “kadınlara karşı toplumsal cinsiyete dayalı şiddet” tanımı ayrıca yapılıyor. “Toplumsal cinsiyete dayalı şiddet”, kadına kadın olmasından dolayı uygulanan ve kadınları orantısız biçimde etkileyen şiddet anlamına geliyor. Sosyolojinin bilimsel bulgularıyla uyumlu bir tanım ve açıklama.
İstanbul Sözleşmesi yalnızca evli çiftleri değil, evli ve evlilik dışı tüm çiftleri sözleşmenin öznesi olarak görüyor. Çünkü, eş ve ebeveyn yanında partner sözcüğü de sözleşmenin orijinalinde yer alıyor. Ev içi şiddet geçmesine rağmen ev dışındaki şiddet de Sözleşme’nin dahilide.
Sözleşmenin Amacı
Kadınları her türlü şiddetten korumak, kadınlara yönelik şiddet ve aile içi şiddeti önlemek, kovuşturmak ve ortadan kaldırmak; Kadına yönelik her türlü ayrımcılığın kaldırılmasına katkıda bulunmak ve kadınların güçlendirilmesi yolu dahil kadın ile erkek arasındaki temel eşitliği teşvik etmek; Kadına yönelik şiddet ve aile içi şiddet mağdurlarının korunması ve bu mağdurlara yardım edilmesi için kapsamlı bir çerçeve, politikalar ve tedbirler geliştirmek; Kadına yönelik şiddeti ve aile içi şiddeti ortadan kaldırmak amacıyla uluslararası işbirliğini teşvik etmek; Kadına yönelik şiddet ve aile içi şiddeti ortadan kaldırmak üzere bütüncül bir yaklaşım benimsemek amacıyla etkili işbirliğini sağlamak için kuruluşlara ve kolluk kuvvetlerine destek ve yardım sağlamaktır.
İstanbul Sözleşmesi sadece fiziksel ya da cinsel şiddetin değil, psikolojik şiddet, taciz amaçlı takip ve cinsel tacizin de cezai suçlar olarak değerlendirilmesini ve gerekli hukuki tedbirlerin alınmasını öngörüyor. Ayrıca, zorla evlendirme, kadın sünneti, zorla kürtaj ve zorla kısırlaştırma gibi kasten gerçekleştirilen eylemlerin cezalandırılması için de yasal ve diğer tedbirlerin alınması gerekiyor.
İstanbul Sözleşmesi’nin 42. maddesinde belirtildiği üzere; kapsamındaki suçlardan herhangi birinin işlenmesi durumunda başlatılan cezai işlemlerde mağdurun kültürel, sosyal, dini ya da geleneksel olarak kabul gören davranış normlarını ihlal etmesi de şiddete gerekçe olarak gösterilemez.
Neden Tartışılmaya Başlandı?
İmzalandığı dönemde herhangi bir dirençle karşılaşmamış aksine hükümetin kadın haklarına ve kadına yönelik şiddeti önlemeye verdiği önemin bir göstergesi olarak sunulan Sözleşme imzadan dokuz yıl sonra şiddetli bir şekilde tartışılmaya başlandı. Tartışma hükümetin ekonomik çöküşten dolayı gündem değiştirme stratejisi, tarikatların iktidar üzerindeki etkisi ve radikal grupların baskısı gibi çeşitli nedenlerle açıklanmaktadır. Fakat, nice entelektüel niteliğe sahip İslamcıların da Sözleşmeye karşı çıkması dikkat çekti. İktidar mensuplarını ve taraftarlarını da ikiye bölen sözleşme siyasi kutuplaşmanın da kaynağı haline geldi.
Sözleşmeye karşı çıkanlar bunun aileyi tahrip ettiğini; toplumsal cinsiyet eşitliği kavramının toplumu cinsiyetsizleştirdiğini; “cinsel eğilimler” ifadesinin eşcinselliği olumladığı, meşrulaştırdığını; aileyi tahrip ettiğini; değer ve geleneklerle savaştığını iddia ediyorlar. İstanbul Sözleşmesi, “oğlancılık”, “lezbiyenlik” ekseninde değerlendirilerek “trans-kültür ve akışkan cinselliğin” sebebi görülüyor. Metin “Batı kültür taarruzunun bir parçası” şeklinde değerlendiriliyor. Bu Sözleşmenin sebep olduğu özgürlük alanı “cinsiyetten ve cinsellikten beslenen bir isyan” olarak görülüyor. Sözleşme’nin yarattığı kültürün “Cinsel kimlikle ilgili değerlerimize, mahremiyetle ilgili inançlarımıza, aile yapılarımıza, anne ve baba olmanın doğal biçimlerine karşı bir isyan. Erkekle kadını bir birine saldırtan, ebeveynle çocukları birbirine düşman eden, hududullahı çiğneyen bir isyan. Neslin korunmasına ve devamına karşı bir isyan” imkanı yarattığı şeklinde eleştiriliyor.
Sözleşme’de bütün bu ithamlara dayanak oluşturabilecek herhangi bir hüküm yok. Numan Kurtulmuş, “İstanbul Sözleşmesi’nden çekilebiliriz” sözlerine sadece muhalefetten veya seküler kişi ve gruplardan değil muhafazakâr çevrelerden de itiraz geldi. Örneğin, MetroPoll Sosyal ve Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin “Türkiye’nin Nabzı Temmuz 2020” başlıklı araştırmasına göre, halkın yüzde 64’ü Sözleşme’den çekilmeyi onaylamıyor, yüzde 17’si onaylıyor, yüzde 19’u ise bu konuda bir fikir belirtmiyor. AK Partililerin yüzde 50’si Sözleşme’nin lehinde, yüzde 25’i Sözleşme’nin aleyhinde görüş bildirirken, yüzde 25’i de bu soruya bir cevap vermekten imtina ediyor.
Bir hukuk metninin toplumun norm ve değerlerinden, tarihsel gelişiminden, kültürel belirleyiciliğinden tamamen bağımsız olması düşünülemez. Fakat hukuk metninin norm ve değerleri destekleyecek bir referans oluşturması da söz konusu değildir. Toplumun mensuplarının bir vatandaş olarak hukukun üstünlüğü, eşitlik, haklar ve sorumlulukların benimsenmesi gibi evrensel nitelikli koşullar anayasa ve kanunlara uymakla mümkündür. Doğuştan geldiği kabul edilen ve bağlı olduğu otoriteye karşı dokunulmazlık kazanmış hak ve sorumlulukların bazı geleneklerle uyumsuzluğu toplumsal değişmenin dinamosunu teşkil eder.
İstanbul Sözleşmesi Karşısında Tavrımız Nedir?
Bu noktada bir Türk Milliyetçisi olarak İstanbul Sözleşmesi ve tartışılan konular hakkındaki tavrım nedir? Benim bu konudaki tavrım net olarak İstanbul Sözleşmesi’nin bütün boyutları ile sahiplenilmesidir. Hukuk kuralları doğrultusunda bir tutum ve tavır takınmamızdır. Bu tavır demokratik bir kültürü içselleştirme dereceğimizi de göstermiş olur. Burada toplumsal cinsiyet gibi bilimsel niteliği güçlü ve savunulurluğu geniş bir kavramdan ziyade tartışılması zor ve hoşgörü alanı neredeyse en dar konu olan eşcinsellik bağlamında görüşlerimi belirtmek istiyorum.
Eşcinsellik bir sorunsa, bu sorununun iki boyutunu ortaya koyabiliriz: Birincisi hukuki boyutu. Buna göre Vatandaşlık hukuku ekseninde konuyu değerlendirmek uygun olur. Bir devletin vatandaşı bütün öznel ve nesnel kimliklerinden bağımsız eşit hak ve sorumluluklara sahiptir. Yani eşittir. Vatandaşlık kurumu bireyin cinsiyetine, ırkına, etnisitesine, kültürüne, sınıfına karşı nötrdür, kördür. Devlet vatandaşının dinine göre kendini konumlandırmadığı gibi aynı şekilde sınıfına ve cinsel kimliğine göre de özel bir eylem biçimi geliştirmez. Vatandaşlık bütün mensupları karşısında eşittir. Bir devlet hizmet alanını, sorumluluk ve yükümlülükleri belirlerken vatandaşın Müslüman, Hristiyan, Yahudi olmasına bakmadığı gibi ateist olmasına da bakmaz. Kürtlüğüne, Çerkezliğine bakmadığı gibi Türk olup olmadığına da bakmaz. Vatandaş olarak kadın ve erkek olmasına bakmadığı gibi eşcinsel olmasına da bakmaz. O zaman bir ateiste nasıl bu inancından dolayı vatandaşlık hakları kısıtlanamayacaksa bir eşcinsel de vatandaş olarak bu haklarından mahrum edilemez. Vatandaşlık bir taraftan hak ve yetkileri sunarken diğer yandan da, mecburiyetleri ve vazifeleri içine alır. Bu sebeple eşcinsellik veya cinsel eğilimler bir vatandaş olarak eşit haklara ve sorumluklara sahip olmaya engel bir durum teşkil etmez.
İstanbul Sözleşmesi’ndeki “cinsel eğilim” ifadesi İslamcıların iddia ettikleri gibi eşcinsellerin aile kurmalarını, evlenmelerini sağlayan bir madde değildir. Buradaki sıfatlar neredeyse bütün sözleşmelerde sıradanlaşan bir eşitlik göstergesi ifadedir. Toplumsal cinsiyet eşitliğinin “cinsiyetsizleşmeyi teşvik ettiği” iddiası ciddiye alınıp üzerinde durulacak bir iddia olmamakla birlikte anlı şanlı entelektüeller de bu iddiayı savununca bu konuda bir cümle etmek zorunluluk halini aldı. Toplumsal cinsiyet eşitliği sonuçta toplumsal bir olgudur ve ideal bir normdur. Kadın ve erkek ise biyolojik bir durumdur. Söz konusu “cinsiyetsizleşme”den biyolojik farklılığı değil de toplumsal sürecin sonucunda oluşan toplumsal cinsiyet eşitliğini anlamak uygun olur. Aksi durumda bir tartışma söz konusu değil. Biyolojik farklılığın ötesinde adı üstünde “toplumsal” açıdan eşit olsa bile “cinsiyet” (sex) nasıl yok olur? Bu ifadenin biyolojik bir eşitliğe sebep olacağı iddiası bir “düşünce” değil cahilane “yargıdır”. Bu sorun, bugünkü toplumda kadına yönelik eşitsizliğin, şiddetin son kertede bir kültür ve zihniyet meselesi olduğu nettir. Sadece iki cinsiyetin de “insan” olduğunun vurgulanması bile cinsiyet eşitliğine atılmış büyük bir adımdır. Basit bir örnek olacak ama geleneksel yapıda bir erkeğin bulaşıkları toplaması, evleri süpürmesi “anormal” görülürken bugün artık sıradan bir olay ve “işbirliği” olarak görülmesi toplumsal cinsiyet eşitliğinin kat ettiği aşamayı gösterir. Mutfağın, çamaşırın, çocuk bakımının bir “kadın işi” olmaktan çıkarak “işbirliği alanı” görülmesi cinsiyetsizliğe sebep olmaz.
Kadın erkek her bireyin eşitliği de gerçekte tümüyle sağlanabilir mi tartışılır. Fakat insanın bir amaç olarak sürekli bu ideali kovalaması önemlidir. Toplumsal cinsiyet eşitliğinde esas olan bir toplumda, kadının sadece “kadın” kimliğinden dolayı dezavantajlı konumda erkeğin de sadece “erkek” kimliğinden dolayı avantajlı bir konumda ilişki ağına dahil olmamasıdır. Toplumsal cinsiyet kavramı bir bakıma demokrasi gibidir. Demokrasi pratikleri hep ideal olanın peşindedir. Biyolojik cinsiyet kimliği zaten kendi farklılığına bağımlı bir davranış ve düşünüş pratiğini kültür dünyasına dahil edecektir. Aslolan bu farklılığın bir “olumsuzluk” kaynağı olmamasıdır.
Bir diğer boyut ise toplumsal ahlak, değerler ve din açısından ele alındığında her din eşcinselliği olumsuzlar. Bu tarihsel ve toplumsal bir gerçekliktir. Kur’an-ı Kerim’de de bu durumda olumsuzlanır. Toplum da bu eğilimi olumsuzlar ama dine ve değerlere aykırı eylem ve tutumlar da sonuçta aynı toplumun içinden neşet eder. O zaman bu sorunu doğuran şartlar nelerdir? Neden cinsel eğilim farklılığı görülür? Neden suç işlenir? Toplumsal sapma neden gerçekleşir?
Konunun toplumsal boyutunu ele alırken “sapma” kavramına değinmek gerekir. Sapma, suç sosyolojisi literatüründe bir grup veya toplumun mensuplarının benimsemiş olduğu norm ve değerlere uymama durumu olarak tanımlanabilir. Yani, toplumsal kuralların ihlalidir. İşte toplumsal kontrol veya popüler adıyla mahalle baskısı dediğimiz olgu bu sapmalara karşı bir tepkiyi ifade eder. Suç ile sapma bazı olgular düzeyinde kesişse de aynı duruma göndermede bulunmaz. Sapma, suç kavramını da kapsar ve bu açıdan daha geniştir. Suç, ceza hukukuna göre yaptırımı olan eylemdir. Her sapma yasa tarafından cezalandırılmaz.
Fransız sosyolog E. Durkheim tarafından ortaya atılan ve sosyolojinin ana temalarından biri haline gelen “anomi” kavramı da bu süreçte kavram olarak önemli bir araçtır. Toplumsal yaşamı düzenleyen ahlaki ilkelerin ve değerlerin artık işlevini yerine getiremeyişini anlatır. Anomi, toplumun üyelerinin davranış örüntülerini bozduğu için kaygı düzeylerini artırır. Aslında bu bir toplumsal değişimdir. Geleneksel toplumdan modern bir topluma geçişte topluma düzen veren kurallardaki işlev kaybı toplumsal düzenin genel olarak bozulmasına neden olmadığı müddetçe olumlu bir işlev olarak görülür. Çünkü, toplum kuralsızlığa bakarak kuralın ve düzenin önemini kavrar. Bazı sapmalar bir meydan okuma olarak yeni toplumsal kuralların yaratılmasında rol oynar. Sapma ayrıca, toplumsal ahlak açısından iyi ve kötü arasında farkın sınırlarını çizer.
Toplumda her zaman “uç eğilim” olarak tanımlanan davranış biçimlerini savunan ve uygulayan kişiler mevcut olmuştur ve olacaktır. Boşanmalar artıyor, aileler dağılıyor, cinsiyetsizlik teşvik ediliyor, eşcinsellik artıyor söylemine başvurarak bu toplumsal sorunların sebebini hukuki bir metin olan İstanbul Sözleşmesi’ne bağlamak toplumsal sorunlarla kanun arasında nedensel bir bağ kurmak demektir ki, patolojik bir durumdur. Hukuk, siyasal ve toplumsal olanı düzenlemek için vardır.
Kısacası, milliyetçi bir aydın olarak cinsel eğilimi farklılık sergileyen bireylerin vatandaşlık hakları korunmalı. Toplumsal yaşamda onlarla mesafe koymak bireysel bir tercih olmalı ve sadece cinsel eğiliminden dolayı da şiddet uygulamak, ayrımcılığa maruz bırakmak söz konusu olmamalıdır. Yüzyılların bir geleneksel değeri ve kurumu olan aileye güvenmelidir. Ailenin ve değerlerin ufak bir “sapma” veya “anomi” ile yerle yeksan olacağını düşünmek kurumlarımıza ve gücüne güvenmemek anlamına gelir. Bizim yapmamız gereken kitle iletişim araçlarının da toplumun kılcal damarlarına kadar girdiği bir düzende milletimizin ve kültürümüzün varoluşunu mümkün kılan yapımızı ve ilişkiler sistemimizi güçlü bir ahlaki duruş ile tahkim etmektir. Bu tahkim de sapma gösterenleri yok ederek değil dahil ederek mümkün olabilir.