Tartışma programlarında ve gazete köşelerinde iktidara mensup eski-yeni vekiller, gazeteciler içinde bulunduğumuz ekonomik krizin ABD'nin, yani dış güçlerin, Erdoğan’ın şahsında Türkiye'ye saldırdığını iddia ediyorlardı. Onlara göre, Türkiye artık “eskisi gibi” ABD’ye bağımlı değildi, her alanda güçlenmişti. Bu yüzden de Sayın Erdoğan ve AKP hedef olmuştu. FETÖ ile başarılı olamayınca ekonomik darbe yapıyorlardı. Yani bu ekonomik kriz bir “millî dava” idi ve başta CHP olmak üzere muhalefet de, şartsız olarak bu “millî meselenin” arkasında durmalıydı.
Elbette ortada “millî” nitelikli bir sorun varsa bu durumda Türkiye’de bütün ideolojilerden, sınıflardan, farklılıklardan gruplar tek vücut olmalıdır. Elbette “tek vücut” olmama hakkı da vardır. Ama beklenti aksi yöndedir. Bir “millî sorun” söz konusu olduğunda baş gösteren tartışma konusu sorunun özünde neyin, niçin, ne zaman bir “millî sorun” olarak kabul edileceği üzerinde çıkmaktadır. Bu sorular toplumun ortak bir tavır almasını da engellemektedir. Çünkü bir grubun “millî sorun” kabul ettiğini başka bir grup kabul etmeyebilmektedir.
Bir sorun ülkenin bütün kesimlerini etkileme potansiyeli varsa veya etkiliyorsa ve bu etki terör gibi, doğal afet gibi olaylarsa bütün muhalif duruş ve eleştiriler geçici olarak ertelenebilmektedir. “Terk edilmez”, ertelenebilir. Çünkü sorunun yarattığı mağduriyet/enkaz ortadan kaldırıldıktan sonra durum değerlendirmesi yapılır. Hasarın büyüklüğüne göre, neden çok hasar verildiğinin, risk değerlendirmesinin yapılıp yapılmadığının, neden yeterli önlemlerin alınmadığının ve benzer olayların yaşanmaması için demokrasinin gereği olarak en sert eleştiriler ortaya konulmalıdır. Ortada bir ihmal varsa demokratik ülkelerde olduğu gibi ilgili bakan veya hükümet gerekirse istifa edebilmelidir. Bu tavır demokrasi kültürünün gücü ile açıklanır.
“Millî dava” bugün hükümetin sık sık istismarına maruz kaldığı için yıpranmış ve üzerinde sağlaması gereken mutabakatı sağlayamaz olmuştur. Kürt Açılımı ile PKK’nın güçlenmesi, 2010 referandumu, Ergenekon ve Balyoz davaları ile Türk ordusuna kumpas kurulması ve bu süreçlerde hükümetin sorumluluğu… Bütün uyarılara kulak tıkayarak muhalefeti “hain”, “terör destekçiliği” ile suçlanması unutulmamaktadır.
İşin ucu kendine dokununca bütün milleti ayağa kaldırarak “millî dava” ve “aynı gemideyiz” söyleminin yürürlüğe sokulduğu bir strateji ısrarla uygulandı. Böylece sorumluluktan ve hesap verilirlikten kaçınıldı. İşler yoluna girince ortaya çıkan zararın sorumluluğunu, muhalefete yıkmasını da bilmiştir. Bu kısır döngü sürekli tekrarlanmıştır.
Millî bir mutabakat gerektiren önemli konularda “ben bilirimci” davranış, kötü toplumsal sonuçlara gebedir. Bu davranış bicinin bir özelliği olarak başka önerilere kapalılık doğan sonuçların da sorumluluğunu üstlenmek anlamına gelir. Sonuçlarına katlanmak kaydıyla elbette bu politika biçimi de meşrudur. Meşrudur ama demokratik ve etik değildir. Bir politikanın farklı boyutlarını eksikliklerin gösteren ve en az yanlışla uygulamaya konulmaya çalışılan sistem demokrasidir. Siyasi muhalefetin, sivil toplum örgütlerinin, bağımsız bir medyanın bulunmadığı veya bulunup da işlevsiz olduğu sistemler otoriter ve totaliter yapılar olarak
tanımlanır. Çünkü bu kurumsal yapılar halkın iradesinin yönetime yansıması için etkin olarak işlev görürler. Biçimsel olarak muhalif partilerin, sivil toplum örgütlerinin, medyanın var olduğu ülkelerde kendinden beklenen işlevi yerine getirmeyen siyasi sistemde demokrasinin varlık koşulu olan hesap verilebilirlik işlemiyorsa neden işlemediğinin soruşturulması gerekir.
Türkiye’de yanlış politikaların hesabının sorulamadığı bir dönemden geçiyoruz. Uyguladığı yanlış politikaların yıkıcı sonuçlarının muhalefete mal edildiği yeni bir siyasi ve toplumsal düzen nasıl adlandırılmalıdır? Muhalefetin uyarılarını en ağır ithamlarla etkisizleştirip sonra da dikkate alınmayan bu politikaların sonuçlarının hesabının verilmekten kaçınıp, hesap vermeyen ve sorumluluğu muhalefetle paylaşarak toplum nezdinde aklanan bir politik strateji.
İktidarın, kendi taraftarlarının saflarını sıklaştırmak için muhalefete yönelik “Teröristler”, “hainler” retoriği toplumu ideolojik düzlemden çıkarak çok tehlikeli “kin ve nefret” üzerine şekillendirdi ve bu “duygusal durum” aynı zamanda grupların aidiyetini oluşturdu. Bir dönem Bülent Arınç'ın da vurguladığı gibi tarihin hiçbir döneminde iktidar ve muhalefet mensupları birbirini “düşman” olarak görmemişti. Elbette bunun toplumsal yansıması zor zamanlarda yalnız kalmak oldu. Twitter’de “Aynı gemideyiz” sözüne verilen “#AyniGemideDegiliz” tepkisidir… “#AyniGemideDegiliz” etiketleri böyle bir dışlamanın, ötekileştirmenin sonucunda ortaya çıktı. Bir bakıma o “teröristlerden” “hainlerden” destek beklenir hale gelindi.
Muhalefet sorunun kaynağını ve sorumluları halka anlatmalı ve demokrasinin işletilmesinin ana motoru olan hesap verilebilirliği işletmelidir. İktidar yaptıklarının hesabını verebilmeli ve sorumluluk üstlenmelidir ki, demokrasi işlesin. Kendini ülke için vazgeçilmez görmek ve kendi kaderini ülkenin kaderi ile bütünleştirmek/özdeşleştirmek devlette kurumsallaşmanın zayıflamasını ve yıpranmasına sebep olur.
İktidarın hiçbir sorumluluk üstlenmediği ve hatta ve ilk fırsatta bütün faturanın muhalefete kesileceği eski ama etkili bir strateji tekrar uygulamaya sokuluyor. Ve elbette yine başarılı oluyor. Esas olarak üzerinde durmamız ve tartışmamız gereken muhalefetin bu tavır ve tutumudur.
Ahmet Hakan’ın dediği gibi, “Hepimiz aynı gemideyiz / Hepimiz aynı gemide değiliz” şeklinde yürütülen saçma, mantıksız, sersem, şapşal, gereksiz, kof tartışmaya son vermeliyiz. Kaptan ve mürettebatın gemiyi sağ salim limana ulaştırmak gibi bir yükümlülükleri olduğunu ve bu yükümlülüklerinin hiçbir gerekçeyle askıya alınmaması gerektiğini asla unutmamalıyız.” Ayrıca, “Gemi yolcularının geminin akıbetinden endişelenmeye ve “Önlem al kaptan” diyerek talepte bulunmaya hakları olduğunu kabul etmeliyiz. Endişe eden ve çözüm talep eden gemi yolcularına “gemi haini” dememeliyiz. “Tamam, gemimizi batırmak isteyenler var ama gemiyi batırmak isteyenlere karşı bu zamana kadar neden etkili önlemler almadık? Hepsinden daha önemlisi, bizim gemi niye bu kadar kolay su alıyor?” sorularını açık yüreklilikle sormalıyız” (Hürriyet, 11.08.2018).
Bir ülke kriz içinde bulunduğunda başta ekonomik kurumları ve iktisadi teşekkülleri olmak üzere bütün “değerleri” değersizleşir. Fabrikalar kapanır, işsizlik artar. Tüketim malları aşırı derecede pahalanır. Bu süreçte dikkat edilmesi gereken insanların psikolojilerinin de çöktüğü ve güvensizlik içinde kendilerini hissettiğidir. Bu kriminal olayların artışına kaynaklık eder.
Türk ekonomisi de dünya ekonomi sisteminin bir parçasıdır; millî değildir. Her ülke ekonomisi kendi potansiyeli çapında bir işlev görür. Dış güçler retoriğine başvurmak sorunu ciddiye almamak ve es geçmek anlamına gelir. “ekonomik savaş” olarak durumu tanımlamak nesnel olarak kriz içindeki ekonomik koşularının varlığının sürmesi ve krizi yönetememek anlamına gelir. Muhafazakar, milliyetçi ve İslamcı kitleleri bu hamasi savaş retoriği ve komplolarla disipline etmek ülke gerçekliğine ters düşmek demektir.
19. yüzyılın sonlarına doğru kitle psikolojisi üzerine yazan Gustave Le Bon’a göre, eylemlerimiz bilinçaltımızın etkisi ile meyana gelir. Bu sebeple bilinçaltının biçimlendirilmesi önemlidir. Lider, kitlelerde imgelere önem verir. Kitlelerde mantık ve rasyonalite yoktur. Duygular hakimdir. İmgelere göre hareket eder ve bu yüzden imgelerin yönetilmesi önemlidir. Bilinçdışının egemenliğine girme güdüsü kuvvetlidir. İktidar seçmen ilişkisini bir de bu zaviyeden okumak faydalı olabilir.