Türkiye Cumhuriyeti devletinin üzerinde oturduğu topraklar, dine dayalı meseleler sebepi ile ağır toplumsal ve siyasal sorunlar yaşıyor.
İslam dininin, vatandaşlarımız arasında etkisinin çok büyük olduğuna ve insanlarımızın Allah, Kur’an ve Peygamber aşkına bizzat şahitlik ediyoruz. Bundan da çok şükür, bir şikayetimiz yok!
Bu aşk beraberinde, ne yazık ki; istismarı, yalanı, köleliği, teslimiyeti, işbirlikçiliği getiriyor ve nihayetinde bu zaafiyetler Müslümanların dünya coğrafyasında zulüm görmesine neden oluyor!
Çünkü bu öylesine ulvi bir aşk ki; düşünceleri köreltiyor ve aklı dumura uğratıyor. Eğer hümanizmanın hakim olduğu demokratik bir dünyada yaşasak varsın bu aşk içinde eriyelim. Ancak vaziyet hiç de öyle değil. Malum insanoğlu Hz. Adem’in çocuklarından bu yana hep bir kavga içinde. Ve biz Türklerde bu kavgada kendimizi savunmak durumundayız!
İslam dininin inananlar üzerindeki etkisini gören emperyalist küreselciler, başta İngiltere olmak üzere bu etkiyi Müslümanların aleyhine kullanmayı hep başarmıştır.
Günümüzde Müslüman ülkelerin nerede ise tamamı sömürge halindedir. Türkiye’nin de göstergelerine bakarak tıpkı Osmanlının son zamanlarında olduğu gibi yarı sömürge haline geldiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Ancak gelişmeler Türkiye’nin bu yarı sömürge halini sürdüremeyip tam sömürge haline geleceğini bize göstermektedir. Osmanlı’da da böyle olmuş, Türkler, Sevr ile küçücük bir toprak parçasında şimdilik(!) yaşamaya mahkum edilmek istenmiştir.
Eğer bu güne kadar tam sömürge olmaya dayanabilmişsek, bunda Atatürk’ün temellerini attığı Türkiye Cumhuriyeti’nin, milli değerlere bağlı üniter yapıya sahip bir devlet oluşunun önemli bir rolü vardır..
Atatürk ve arkadaşları, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurarken Osmanlı-Türk İmparatorluğu’nun yıkılışında, din adamları ve tarikatların rolünü ve yaptıklarını çok iyi görmüştür.
Yunanı Yunan bayrakları ile karşılayanlar, İngilizlerle dostluk edenler, Amerikan Mandacılığını isteyenler ve Kuvay-I Milliye’ye karşı olan isyanların içinde din adamları hep baş rol oynamıştır. Hatta bölücü kürtçü Şeyh Said isyanının bile din adına başlatıldığı söylenip durulur.
Memleket ve Türk insanı, bugün olduğu gibi 100 yıl öncesinde de, o kadar bitap düşmüştür ki; bu bitap düşüşün ve ruhen çöküşün arkasında, din adamlarının fetvaları ve toplumu yönlendiren söylemleri vardır. Elbetteki, bunlar arasında milli tavırlar alan ve dinin esasına uygun davranan, esaret ve köleliği red eden, haysiyetli din adamları da vardır.
Devletin ve Müslüman Türk Milleti’nin aleyhine davranan din adamlarının, her türlü yanlışı savunması da, genellikle dinin korunması zorunluluğu ile ifade edilmiştir. Onlara göre din korunduktan sonra koruyanın kimliğinin hükmü yoktur. Bu sebeple vatan ve milliyet kavramlarının önemi olmaz. İşte bu anlayış günümüzde de “vatanı seccadeden ibaret görmek anlayışı” ile sürmektedir ve İngiliz siyasetinin bir tezahürüdür. Yani din korunduktan sonra başımızda İngiliz, ABD, Yunan olmuş fark etmez! Bu yüzden din adamlarının büyük çoğunluğu, Türkiye Cumhuriyeti’ni dinsizliğin odağı olarak görmüş ve Türk Milletini bu yönde ikna etmiştir.
Atatürk bunları yaşamış ve görmüş bir insandır. Akıl, bilgi ve tecrübe süzgecinden geçirdikleri ile ilk yaptığı işlerden biri “Diyanet İşleri Teşkilatı” kurmak olmuştur. Amacı; batıl inanç, hurafe ve sapkınlıklardan arınmış ve milli değerleri özümsemiş din adamları ile Müslüman Türk Milletinin geleceğine yön vermektir.
Geldiğimiz nokta ise bunun tam tersidir. İki yüz bin üzerinde çalışanı, yüz bin civarında imam, müezzin ve vaizi ile birlikte Diyanet İşleri’nin Müslüman Türk Milleti’ni gayr-milli bir çizgiye taşıdığını görüyoruz. Bu gün diyebiliriz ki; diyanetimiz “milliyetsiz sağ”ın elindedir. Diyanet üzerinde etkili tarikat ve cemaatler ise, milletin “Türk”lüğüne karşıdır hatta düşmandır.
Günümüzün din adamlarının kahır ekseriyeti, adı “Türk” olan milletin erimesi, çözülmesi ve dağılması için elinden geleni yapmaktadır.
1994 Yerel Seçimleri ile 2002 Genel Seçimleri öncesinde “Müslümanlar İktidara Gelsin” şimdi de onca hırsızlığa, ahlaksızlığa, yolsuzluğa ve dine aykırı davranışa rağmen “Müslümanlar İktidarda Kalsın” propagandası, din adamlarının çevresinde dönüp durmakta ve din adamları en azından buna sessiz kalmaktadır.
Camilerde, Türk Milletinin karşı karşıya olduğu tehlikelere ilişkin tek bir söz duymak mümkün değildir. Hatta bir gün Kastamonu’nun meşhur Musalla Camii’nde, “Zafer Haftası”na ilişkin vaaz dinlerken, zaferleri Türk Ordusu kazanmış olmasına rağmen, vaiz tek bir kere bile “Türk” sözcüğünü diline almamıştı. Gerçi ben de hiç şaşırmamıştım!
Yani anlatmak istediğim o dur ki; din adamlarımızın ezici çoğunluğu milli değildir ve Türk olsalar bile Türk milliyetini red etmektedirler. Mualesef İmam Hatip Okulları ve İlahiyat Fakülteleri bu tip insanlar yetiştirmektedir. Ve bu tesadüf değildir.
Buna karşılık Haçlı Dünyası’nın din adamları, kendi milli bilinçlerini devamlı canlı tutmakta, toplumsal sorunların milli menfaatler korunarak çözülmesi noktasında çaba harcamakta ve kiliseleri bu amaçla kullanmaktadır.
Din adamlarımızın ve Diyanet’in milli olmayışı çok önemli bir sorundur. Türk’ün asimilasyonu bu din adamlarının şuurlu politikaları sonucu ivme kazanmaktadır. Bu Türk’e karşı bir planın parçasıdır.
Halbuki bizler için tek gerçek, Türk Milletinden ve İslam Ümmetinden olduğumuzdur. Böyle olunca hem Türk Milleti hem de İslam Ümmeti için yaşarsınız. Biz övündüğümüz büyük medeniyetleri böyle kurduk. Türk olduğumuzu unutmadan!
Özcan PEHLİVANOĞLU
ozcanpehlivanoglu@yahoo.com
https://twitter.com/O_PEHLIVANOGLU