12 Eylül, Başka Bir Mevsim.

Sedat SERDAROĞLU

1980 yılına gelinen süreçti: Sokaklarda sağ-sol çatışması adı altında insanlar öldürülüyor ülke bilinmezliğe sürükleniyordu.

Sonra bir gün Amerikalıların “Bizim çocukları” yönetime el koydu. Çatışmalar bıçak gibi kesildi, kan durdu. Önce sevindik, artık insanlar ölmeyecekti. Sonra düşündük; nasıl oldu da bir günde her şey bitmişti? İlerleyen günlerde onu da anladık: Muktedirler(!) ihtilal şartları olgunlaşsın diye beklemişlerdi. Olan her zamanki gibi Anadolu’nun gariban çocuklarına olmuştu yine.

İhtilal kendi güç merkezini hukukun üstüne koydu. Adeta silindir gibi herkesin ve her şeyin üstünden geçti. Aceleyle işkence haneler kuruldu, bütün suçların failleri bulununcaya kadar işkencede insan öğüttüler. Canlar yitirlidi, en sinsi marazlar vücutlara sirayet etti. Sakat kalanlar ve aklını yitirenler oldu ama maksada erişildi. Dosya dosya iddianameler dolduruldu. İnsanlık dışı yöntemlerle alınan ifadeler delil kabul edildi. Mahkemeler görevi cellatlara devretti. Kurulan darağaçlarında körpe fidanlar kırıldı.

“Bir sağdan bir soldan asın” dediler. Ne kolay değil mi söylemesi? Oysa idam edilenler insandı, babaydı, kardeşti, evlattı… İhtilal vampirlerinin adalet terazisi de kullandıkları ifadeler kadar sığ, kendileri kadar ruhsuzdu. İdam edilenlerden bazılarının suçsuz olduğu sonradan anlaşılsa da savcılar efendilerini memnun etmişlerdi ya gerisi önemli değildi.

Mustafa Pehlivanoğlu adını ilk bu vesileyle duydum. Cevdet Karakaş, Cengiz Bektemur, Ahmet Kerse, Ali Bülent Orkan, Fikri Arıkan, Halil Esendağ, Selçuk Duracık, İsmet Şahin, sehpada solan diğer ülkü gülleriydi.

Mamak askeri ceza evinde olanları ise ilk duyduğumuzda aklımız ve idrakimiz durmuştu. Filistin askısı, cop, değnek, çıplak bırakmak, ailesi ile tehdit etmek sadece birkaç örnekti. Elektrik vererek yaptıkları işkenceyi ise hocam Aydın Demirkol’un şehit edilmesiyle duydum. Dağ gibi adamdı işkencede kaybettik, hala gözümün önünden gitmez heybeti.

Bazılarının yaşadıklarından ise hiç haberimiz olmadı. Aynı anda cezaevinde yatan Emrullah, Ali ve Abdullah Soybayraktar’ın geride bıraktıkları ailelerinin geçimini kocamış babalarının üstlendiğini ve hangi güçlüklerin üstesinden gelmek zorunda kaldığını hiç birimiz bilemedik.

Karı, koca ceza evinde tutulan ve idamla yargılanan Emine Akçil ve Kadir Akçil’in çocuklarının geçimini ise bir başka ülkücü üstlenmişti ve bizim haberimiz bile olmamıştı ya rahattık bir şekilde.

Ceza evine girdikten iki ay sonra doğan çocuğunu tam 11 yıl sonra gören Ömer Karakaya’yı bilen kaç kişiyiz?

Ya akli dengesini yitirip kendine zarar vermesin diye evinde demir parmaklıklar arkasında yaşamak zorunda kalan Ahmet Orhan’ı nasıl anlatayım? Ziyaretine giden İsmet Yaraş’a “Reis, benim hücre cezam bitmedi bir türlü.” deyişindeki acıyı nasıl tarif edeyim?

Gördüğü işkenceler yüzünden kasları eriyen ve belden aşağısı tutmayan Burhanettin Sevinç’in tekerlekli sandalye ile dergi dağıttığını duyduğumda ayaklarımın tuttuğuna utandım. İsmet Yaraş “Dur telefon edip sesini duyalım.” deyip hoparlörü açtı, halini hatırını sordu.” Şükür” diyen derviş edasıyla

aldı selamımızı. Gel gör ki sesinden çektiği acılar belli oluyordu. “Kimsenin umurunda değil reis” dedi, son yirmi yılımızı özetledi ve kapattı. O saatten beri yüreğimin üstünde bir ağırlık var, geçmedi.

Aslında Aydoğan Pehlivan’dan yola çıkıp bir 12 Eylül yazısı yazacaktım. Daha 12 yaşında içeri girip MHP ve Ülkücü Kuruluşlar davasında yargılanmıştı. Cennetmekân Alparslan Türkeş’in mahkemede Nurettin Soyer’ e bakıp “ Bu çocuğu niye tutukladınız?” diye hesap sorduğu çocuk. Sonra duyduk ki MHP ve Ülkücü Kuruluşlar davasında 13-17 yaş arası tam 44 çocuk daha yargılanmış.

İdamlar, işkenceler, darmadağın hayatlar, çocuklar savruldu etrafımda. Ne anlatsam eksik kalacak biliyorum. Mevsim Eylülü geçti başka bir mevsimdeyim artık. Bu saatten sonra derli toplu bir yazı çıkmaz bu kalemden. Gölgesinde sefahat sürdüklerimizden helallik istiyorum ve susuyorum.