İslamcı siyasetteki ideolojik çöküş

Türkiye ve Türk Milleti yeni bir yol ayrımına yaklaşıyor. Artık yönetime bir şey demenin anlamı pek kalmadı. Alternatif olma iddiasındakilerin farklılaşması gerekiyor.

Türkiye, 21’inci yüzyılı yaklaşık “200 yıllık yönetim tartışmasıyla (!)” geçirdi. Tartışma (!) hâlen de devam ediyor. Ama örtülü bir tartışma bu. Yirmi iki yıldır iktidarını sürdürenler, bu örtülü tartışmayı ideolojik hedefleri için yapıyorlar. En önemlisi de tarihle hesaplaşma şeklinde gerçekleşiyor. Ama elbette kazanan kendileri de değil. Ve olamayacak da. Bunun iki sebebi var. Birincisi tarihle hesaplaşılmaz, ikincisi dayandıkları ideolojileri hakikate aykırı.

Bu yönetim tartışmasından halkın pek haberi de yok. Olmaması da normal çünkü hem saklıyorlar hem de halkın ilgi sahasında değil. Dinin de örtü olarak kullanılması halkın anlamasını önlüyor.

Bunun için anayasa tartışmaları devam ediyor. Habire yeni bir anayasa yapmaktan bahsediyorlar. Şimdiye kadar söyledikleri birçok şeyden vazgeçmiş gibi görünüyorlar. Mesela cumhurbaşkanı “Anayasa’nın ilk dört maddesiyle ilgili tartışma yok” dedi. Buna benzer açıklamaları AKP sözcüsü Ömer Çelik de yaptı. Cumhurbaşkanlığı Hukuk Politikaları Kurulu Başkanvekili Mehmet Uçum bunlara vatandaşlık tanımını da ekledi. Vaz mı geçtiler? Kanaatim o ki vazgeçmediler. Bu açıklamalar inandırıcı mı? Elbette değil. Yirmi iki yıldır tam tersi söylenegeldi. Zaman zaman da tekrar ediliyor. 

Peki, bu tartışmanın aslı nedir? Tek cümleyle, millet kavramına yüklenen anlam farklılığı denebilir. Türk Milleti’ne inanmıyorlar. İnanmıyorlar ancak yenemeyeceklerini de anladılar. Fakat durdukları anda düşeceklerini de çok iyi biliyorlar. Ve daha da gizlenerek yollarına devam ediyorlar.

Türkiye ve Türk Milleti yeni bir yol ayrımına yaklaşıyor. Artık yönetime bir şey demenin anlamı pek kalmadı. Alternatif olma iddiasındakilerin farklılaşması gerekiyor.

Lübnan örneği dikkat çeker mi?

Geçtiğimiz günlerde bir dostumun gönderdiği kısa video ilgimi çekti. İnternette uzun söyleşiyi bulup seyrettim. Gazeteci Kürşat Oğuz, Amin Maalouf’la Habertürk için konuşmuştu. Tarihi de 19 Ağustos 2020. Söyleşi, Habertürk TV YouTube kanalında var.

Amin Maalouf, Beyrut doğumlu bir Hristiyan. Fransız vatandaşı ve Fransa’da yaşayan dünyaca ünlü bir yazar. Kürşat Oğuz’la Lübnan’ı konuştular.

Lübnan, 1975’ten 1990’a kadar iç savaş yaşadı. Savaş, farklı dinler ve gruplar arasında oldu. Çözüm de bu farklı din ve grupların egemenliği paylaşmasıyla bulunuyor.

Sohbet, Lübnan Limanı’ndaki büyük patlama ile başlıyor ve Kürşat Oğuz: “Lübnan’daki bu yozlaşmanın sebebi nedir?” diye soruyor. “Cumhurbaşkanı Maruni, başbakan Müslüman, meclis başkanı Şii, vekil sayıları cemaatlere göre kotalara ayrılmış.” Ama bu yöntem gerçekten çözüm olmuş mu? Bu yapı yürüyor mu? Onu Maaluof açıklıyor.

“Bunun demokrasinin bir tanımı olduğunu düşünmüyorum. Bu mevkilerin ve görevlerin dinî aidiyetlere göre dağıtıldığı sistem. Yirmiden fazla cemaat var. Ülke bir anda cemaat liderlerinin koalisyonuna dönüştü. Bir yere adam alınırken artık yeteneğe ve liyakate değil, o kişinin hangi cemaate bağlı olduğuna bakılıyor.”

Ardından gelen, “Ve her topluluk yabancı bir hamiye sahip.” cümlesi önemli ama hemen sonrasındaki “Her cemaati bir millet sayarsanız o zaman her cemaat de kendisine bölgesel ve küresel bir müttefik arar.” ifadesi daha düşündürücü.

Bu yozlaşmayı büyüten de “Yıllardır bu ülkeyi (Lübnan H.P) yeteneksizlik, yozlaşma, rüşvet ve sorumsuzluk yönetiyor.” diyor ve ekliyor: “Hiçbir yanlışın bedeli ödenmediği gibi yanlış olduğu da kabul edilmiyor”. Sonuç ise ağır. “Yurttaş bilincinin olmadığı, ahlaki saygınlığın kalmadığı bir ülke”.

Maalouf’tan, bugün bize çok tanıdık gelen başka cümleler de var: “Dünyadaki birçok anahtar sektörlerde, şirketlerde laboratuvarlarda Lübnanlıları görebilirsiniz. Avrupa’da Amerika’da Avusturalya’da çalışıyorlar. Kendi ülkelerinde de yapabilirlerdi. Ama doğdukları yerde ülkenin sosyal, siyasi ve ekonomik şartları çok bozuldu. Ve onlar dünyanın her yerine kaçmak zorunda kaldılar.”

Ortadoğu’daki şartlar

Lübnan ve Suriye’nin, Birinci Dünya Savaşı’dan sonra Fransız mandasında kaldığını da göz önünde tutarak değerlendirmek gerekir. Bugün yaşadıklarını bu açıdan da bakarak değerlendirmek gerekir.

Erzurum ve Sivas kongrelerinden dünyaya ilan edilen “Manda ve himaye kabul edilemez” kararının ne kadar kıymetli olduğu bir kere daha ortaya çıkıyor.

Kürşat Oğuz, Amin Maalouf’a Atatürk’ü de soruyor. Yazarın dedesi, Atatürk’e olan hayranlığıyla kızına Kemal ismini koymuş. 

Maalouf, “Tarihsel bir figür olarak Atatürk’ün hayranlık duyulacak pek çok özelliği var. Ama bir tanesi çok önemli. Birinci Dünya Savaşı’nı sonlandıran barış antlaşmasının ertesi günü bu antlaşmanın dünyanın pek çok bölgesinde çözümden çok çatışma yarattığı ortaya çıktı. Türkiye üzerinde de yabancı ülkelerin paylaşma planları vardı. Atatürk, hayır dedi. Karar verdiğiniz şeyi ben reddediyorum dedi. Sevr’in ve başka şehirlerin salonlarında karar alanlar ilk kez boyun eğmek zorunda kaldılar. Eğer birinin meşru bir sebebi ve hayır diyecek ahlaki cesareti varsa kazanır. Beni ve muhtemelen dedemi etkileyen budur” 

Bu ahlaki cesaret, savaşırken de savaş sonrasında da devam etmişti. Ve bu ahlaki cesaretin sahipleri Osmanlı Devleti’nin “müessisi (kurucusu) ve sahibi hakikisi Türk Milleti (307 Sayılı TBMM Kararı) … yeni ve yerine millî bir Türkiye devleti (308 Sayılı TBMM Kararı) kaim olmuştur” der. 

Kurulan bu devlette dini grupların hepsi de ortadan kaldırıldı. İnsanlar dinlerini, rahatça ve kendileri olarak yaşamaya başladılar. Ve en önemlisi de din egemenlik sahasından ve iktidar yarışından çıkarıldı. Din kazanmıştı.

İşte Türk halkının dikkatinden kaçırılan kavganın bir cephesi bu…

Yazı devam edecek…(Yazının ikinci bölümü 02.10.2024 Çarşamba günü yayınlanacaktır.)

Hasan Paksoy / Milli Düşünce Merkezi

Medya Haberleri

Açılım politikası tekrarlanamaz
Millî eğitimde işlenen anayasa suçu!
Fırlamak...
NİKAH VE DİN
Kimliksizlik!