Iğdır'da Kaybolmaya Yüz Tutmuş Gelenek ve Görenekler

Araştırmacı Tarihçi Rufat GÜREL, Iğdır'da kaybolmaya yüz tutmuş gelenek ve görenekleri anlattı:

1664 yılında yaşanan o korkunç ve büyük deprem ve heyelan sonucu, yaklaşık 6000 yıllık Ağrı Dağının kuzeyinde Korhan Yaylası’nda kurulan, eski Iğdır şehri, yerle bir oldu. Hayatta kalan az sayıda insan ovaya inip, şimdiki Iğdırmava ve Sultanabat’ta yeni Iğdır şehrini kurdular. Bundan 357 yıl önce, o dönemde Iğdır iki Türk devleti olan Osmanlılar ile İran’da kurulan Safeviler arasında, sürekli hakimiyet savaşının yapıldığı bir yerdi. 1649-1724 yılları arasında Iğdır Safevi hakimiyeti altındaydı.

Ağrı Dağının kuzeyinde serin yayla havası, Sultanların yazlık Saray’larının olduğu o eski tarihi yerden düz ovaya indiler. Ova yeşillikler içinde ama yer yer bataklığın olduğu, sıcak, sivri sineklerin hayatı zorlaştırdığı, sıtma hastalığının yoğun olduğu bir yerdi. Yeni bahçeli evler kurdular. Sulama arkları açtılar. Evlerin çoğu kerpiç, möhle, toprak damlı bir veya iki katlı idi. Durumu iyi olanlar Revan ( İravan) tarafından getirilen kesme taşları kullanıyorlardı. O zaman Alican köprüsü yoktu Aras nehrinden geçişler zor oluyordu. Alican köprüsü 1895 yılında açıldı. Karakale Köprüsü, Iğdır/Karakale-Ermenistan arasında protokol amaçlı kullanılan, Aras üzerindeki köprüdür. Askeri yasak bölgededir. O zaman yasak değil kullanılıyordu. Diğer üçüncü köprü de Dil Ucu Gümrük köprüsü de 1992 yılında hizmete açıldı. Yazın Aras nehrinin debisi azaldığından geçişler daha kolay oluyordu.

Şimdi o zamanlar ve sonrası Iğdır’da sosyal yaşam nasıldı?

Ona bakalım. Iğdır o zaman da 3 devletle sınır, büyük yerleşim yerlerine uzak, sınırlar kapalı olduğu için nimetlerinden yararlanamıyor, büyük Pazar’lara uzak, sulama sıkıntısının olduğu, kalabalık çok nüfuslu ailelerin yaşadığı, üç vilayete bağlanıp sık sık değişen şirin, tatlı bir Anadolu kasabasıydı. Sonbahar pancar, pamuk hasadının olduğu, buğday, arpa ekiminin yapıldığı bir zamandı. Ekim ayının son haftası koç katımı yapılırdı. Koç katımında koç ve koyunlar renkli boylarla boyanır, koç çeşitli elma ve kanfet ( şekerleme) ile süslenirdi. Pamuk hasadından sonra değirmende un öğütülür, pamuk bardanları çiğti basılırdı. Pamuktan arta kalıp toplanan kozalar çekilirdi. Koza çekerken yaşlı nine ve dedeler çok güzel nağıl ( Masal) söylerlerdi. Komşular koza çekmek için bir birine yardıma giderlerdi.

Kar yağıp tarla, bağ, bahçe ve hayvan otlatma bitmeden çocuklar okula gidemezdi. Okulda kara önlük beyaz yakalık vardı. İmkanlar kısıtlı ama eğitim daha kaliteliydi. Okula, okuyana ve Öğretmene büyük değer ve saygı gösterilirdi. Okulda soba yakılır, yakılacak tezekleri çocuklar götürürdü. Beslenme için okulun bahçesinde kaynatılan sür tozundan herkese aynı bardaktan süt verilirdi. Yarım bardak fındık içi, küçük üçgen peynir, birde lavaş ekmeğin 4/1’ i çocuklara beslenme diye dağıtılırdı. Bahçede Gizlenpaç, geyişe girme, aşık oyunu gibi bir çok oyun oynanırdı. Çocuklar okula gitmeden önce Peye ve komda inek ve koyunlarına bakar öğle gider, okuldan gelince de yine hayvanlarına bakarlardı.

Kışın soba yanar sobada tezek yakılırdı. Koyun kermesi (Tezeği) iyi yanardı. Soba kazanın da sürekli su kaynardı. O suyla teşti de ( Leğende) çocuklar ve elbiseler ( Paltarlar) yıkanırdı. Büyükler Peye’de ( Ağılda) yıkanırdı. Kar yağınca dam, ambar, kom, peye üzerindeki kar kürenip temizlenirdi. Yağmur yağınca da toprak damlar damlar analarımız damlayan yerlere leyen, tabağ koyarlardı. Yazın damda uyunurdu. Sivrisinekler aman vermezdi. Komşular, akrabalar bir birine gidip gelir çok iyi ilişkiler vardı. Misafire ayrı önem verilir toyuğ, hindi kesilirdi. Misafirler için ayrı konağ ( Misafir) odası hazırlanırdı. Odalar iki otağ bir dalan veya bir oda bir dalan balkon şekilinde olurdu. Bazılarında iki katlı ( Altı üstü balağana) şekilinde yapılırdı. Kışlık erzak ambarda tutulurdu. Herkes bir tabak da yemek yer bir yatağ da 4-5 çocuk yatardı. Yataklar yün veya pamukdan olurdu.

Eyvan’da tendir de lavaş, peti, kalın, nezik yapılırdı. Tendire ayaklarımızı sallamak bir başka güzeldi. Bazen tendire pazı atılır o pazının kokusu ve tadı başka olurdu. Birde camış keresi eritip omaç eleyip yemek bir başka güzeldi. Salamanca toplayıp kete yapmak arasına erimiş camış yağı koymak bir başka güzel idi. Köyü köy gibi yaşardık. Her şeyimizi kendimiz üretir, organik, doğal beslenirdik. Patlıcan reçeli, iğdeden hoşap, yapar karpuz, kelem ( Lahana) turşusu yapılırdı. Şamananı un çuvalına, karpuzu samanlıkta saklardık. Taze yumurtaları samanlıktan ve Pinden ( Kümesden) taze taze alırdık. Peynirimiz, şorumuz, yağımız, tavuk, hindi, kaz, ördek etimizi doğal organik kendimiz üretir idik. Şimdi köylü bunları üretmiyor. Onlarda marketten veya bakkaldan satın alıyor.

Kendi sebzemizi kendimiz üretir idik. Domatesin kokusu ve tadı bambaşkaydı. Elin değdi mi kokusu günlerce gitmezdi. Melekli Şalağı, Alıgızıl Karpuzu, Karakoyunlu Salatalığı, Domotesi, Taşburun, Kadıkışlak Üzümüne doyum olmazdı. Baharda yabani yarpız, Salamanca, Gezeyağı, Kirpi, Göbelek (Mantar), Çağala, Çeke ,Kekik otu toplar yemek yapar , tuzlar yer çay yapardık. Yeni doğan kadınlara kuymak yapılırdı. Un helvası, kovudun tadı bir başka olurdu. Yaşlı ninelerin sandığında aynayonu çok olurdu. Çocuklara kişmiş ( Kuru üzüm), lokum, nabat şekeri, ganfet, kuş noğulu verilirdi. Et taş ve tokmakla dövülür içine goğulu pencer, soğan, lepe, kuru alça katılır taş köfte yapılırdı. Şorva, hörre, katığ aşı, kişmişli sarı köylü pilav bizim en iyi yemeklerimiz idi.

Bahar ile birlikte “ Kosa Oyunu” oynanırdı. Arkasından Nevruz bayramı hazırlıkları ve heyecanı başlardı. Küsülürler barışır, buğday ekip yeşillendirilir, mezarlıklar hazırlanıp, “ Kebir Üstüne” çıkılırdı. Büyükler ziyaret edilir, hediyeler verilir, “ Baca Baca Oyunu” veya “ Mendil Açma” ile çocuklar hediyelerini alırdı. Yedi Levin olmazsa olmazdandı. Yumurtalar saman ve soğan kabuğunda kaynatılıp boyanır, yumurta döğüşü yapılıp, ateşten atlanır, evlerden kulak asma, başına pamuk konmuş suda iğne oyunu yapılırdı. Nevruz amacına uygun bir bayram gibi kutlanırdı. Şimdiki gibi siyasallaşmamıştı. Nişanlı kızlara süslü honça götürülüp halet alınırdı.

Evlenmede bazı devreler vardır. Bu devreler; kız beğenme, elçi gitme, söz kesme ve belge takma, nişan ve düğündür. Bu evreler Iğdır’da bir başka güzel yaşanırdı. Nişanlı kızlara Kurban bayramında çok güzel bir koç süslenip götürülürdü. Gelin çıkarken kapı kesme parasını kardeşi alırdı. Kesmette kızın dayısına dayı çuğası verilirdi. Toylar eskiden kışın komda, yazın harmanda yapılırdı. Topçu, Düdeyçi ( Glarnetçi), Alıgançı ( Akardıyoncu) üçlüsü içten çalar söylerdi. Kına gecesi hele Beybaşı bir başka güzel olurdu. Beybaşın da çeşitli oyunlar çıkarılır unutulmaz anlar yaşanırdı. Toyda birde sünnet yapılır “ Kirve” tutulurdu. Kirevelik bizde bir başka şeydir. Amcanın kızını alırsın ama kirvenin kızını alamazsın. Kirve aileden de yakın olurdu.

Muharrem ayında “ Kerbela Olayının” yası tutulurdu. Muharrem’in 10 günü Aşure, 9 günü de Tasure denir. 9. gün olarak adlandırılan Tasua 'da; yemek ve ihsan verilir, tıraş olunmaz, banyo yapılmaz, kana kana su içilmez, çamaşır yıkanmaz. Her caminin bir destesi oluşturulur. Bu desteler, köy köy dolaşarak zinciri vücuduna vurarak Şahsey tepinir. 10. gün olan Aşure'de şii imamlarından biri olan Ali oğlu Hüseyin'in öldürülmesi dolayısıyla en büyük yas tutulur. Bu günde genellikle herkes siyah giyinir. Desteler, oldukça coşkulu bir şekilde zincir vurur. 10. günün öğle vaktine kadar bu törenler yapılır.

Aşura gününde Iğdır'da her yer kapalıdır. Hatta Caferi Mezhebi´ne bağlı olmayanlar bile bu geleneğe uyup iş yerlerini açmazlar, törenlere katılırlar. Muharrem ayı boyunca camiler dolup taşar. Camilerde Kur'an'dan ayetler okunur ve hocalar halka Kerbela Olayı'nı anlatır. Biz Azerbaycan Türkleri bir başka severiz Ehlibeytti. Muharrem ayı bir başkadır bizim için. Ama maalesef göçle, şehirleşme ile, yaban ele gitme ile bazılarınca unutulmuş. Muharremlikte düğün, nişan, sünnet yapan insanlar var. Muharremlik ve Ehlibeyt bizim olmazsa olmazımızdır. Yüce Allah bizleri Ehlibeyt yolundan ayırmasın.

Koza çekmek, koyunlardan pıtrak temizlemek, dedete vurmak, basma kesmek, Ğalbur çekmek, Yün Eğirmek, Gazağ, çorap, eldiven tokumlak, kalağ kurmak, kağ, çenek, kerenti, bendem eşmek, bağ bağlamak, Tendir kurmak, Yapa yapmak, patosa girmek, makine çekmek, yarma döğmek, erişte kesmek, ğorum elemek, dırmığ çekmek, bende gitmek, su suvarmak, taya kurmak, yer sürmek, mal, koyun, kuzu, buzağı, hindi ve gaz otlatmak, bağ, bostan gözlemek, Kaysı toplamak, keçe tepmek, çuval tikmek, değirmende un, çırçırda paylıç üğütmek, peyin sermek, mala koyuna kışın bakmak, kağ elemek, çenek elemek, pazı çıkarmak, pazı kesmek, ve daha nice iş, köyde yapılan belli başlı işlerdi. Akşamları bezir çırası,gazlı lempe, gazlı ve tüplü löküs yakmak, ikili ve üçlü el feneri, kasetçalar ve radyo dinlemek. Akşamları radyodan Azerbaycan kanalını Aşığ Alasker’i dinlemek bir başka güzeldi.

Evler bize o zaman kocamanda gelse 60-80 m2 ortalama büyüklükte, duvarda şahmaran resimli halı, zemin toprak, evde iki tahtı, tahtının üstünde Plaz veya keçe, duvara bitişik yastıklar, evde boy aynası, tahtadan yapılmış mutfak rafları, yataklar üst üste toplanır, ölen eziz bir ölünün çerçeveli ve üstü örtülü fotoğrafı, evin en yüksek yerinde üstü örtülü Kuranı Kerim kitabı, duvarda av tüfeği ve fişekli asılı, bazı evlerde dikiş makinesi, bazı evlerde askerlik fotoğrafları genellikle olurdu. Pencereler demirli olup oraya beşik ipi bağlanırdı. Karşılıklı olmayanlarda da tavandaki ağaca çengel yapılıp beşik bağlanırdı. Bazen balkonda da olurdu. Balkondakine beşikle beraber tahta nehre bağlanıp yığıntı dökülüp nehre çalkalanır kere ( Tereyağı) yapılırdı. Camış kere ve şor çok lezzetli olurdu.

Evin etrafı hasarlı hayat bahçesi denilen yer olurdu. Hayat bahçesine tahtadan yapılmış büyük hayat kapısından girilirdi. Hayatta ev, ambar, peye, eyvan, kom, samanlık, kuyu, artez, tuvalet ( Yüznumara, abreyez) olurdu. Zamanla kuyular kapandı artez kaldı sadece. Bazılarının bahçesi büyük olur bir çok meyve ağacı olurdu. Dut ağacı hemen hemen herkeste vardı. Bazende kavak ( Keleme), Kelempur, Tamaşa, Lambirt, Kara ağaç, üzüm, iğde, şeftali, Kaysı, Elma, Armut, erik gibi meyve ağaçları veya diğer gül ve süs bitkileri olurdu. Kışın yakılacak tezek, kereme toplanıp dizilir kalağ yapılır, kalağ hayvanların zibili ile sıvanırdı. Evin erzağı unu ambara, samanı samanlığa, otu, yoncasında damlarım veya çardakların üzerine istifleyip taya yapılırdı. Bazen kışlık arpa yer kazılıp yere gömülürdü.

Nüfus kalabalık olurdu. O zaman ortalama bir aile 10-15 kişi bir arada yaşardı. Bazı aileler 2 hata 3 evli idi. Onlar daha fazla olurdu. Nüfus kayıtları okula gidince veya okul bitirince çıkarılırdı çoğunlukla. Okuma yazma az olduğu için isim ve yaşlarda çok hata yapılırdı. Doğum tarihlerinin çoğu 01, 01 ile başlardı. Büyük küçük küçük büyük yazılır, çoğu ikiz olur, ölüm kayıtları düşmezdi. İsimlerde çok hata yapılıdı mesela. Örneğin benim adımda yaşım da yanlış yazılmış. Adım Rufat yazılmış doğrusu Rıfat olacak Doğum tarihim büyük ve O1, 01 yazılmış. İki üç evlilerde anne adları da doğru değil. Hele Almanya olayı olayı daha da berbat etmiş. Sahte evlilikler, sahte evlat edinmeler, sahte yaşlar, sahte isimler. Çoğu kadınların nikahı yok ama 9-10 çocuğu var. İşler Arap saçına dönmüş.

Bizim kuşak yaşını bilmiyor. Analarımıza sorduğumuzda yeni tarihi milat söylerler. Rus uçağı Iğdır’a düşmüştü, Aras nehri taşmıştı, deprem olmuştu, eldağdan gelmiştik, kağların ikisi üçü idi, çeneylerdi, pazı kağı idi, pazı söküm zamanıydı, piçin vağtı, harman zamanı idi, Meşedi emim ölmüştü, Zöhre halam kelbayıdan gelmişti, gaşga çamışımız ikiz doğurmuştu gibi tarih ve milat koyarlar. O yüzden şansız kuşağız çoğumuz doğru dürüst gerçek adımızı ve yaşımızı bilmiyoruz. 01,01 ile başlayan gün ve ay doğumluların % 99’ hatalı ve yanlış yazılmış.

Evet insanoğlu topraktan yaratılmış yine toprağa gidecek. Aslımız toprak ve çamurdur. 50, 60, 70, 80 yılların ve öncekinin kuşakları çok büyük bir sıkıntı, yokluk ve çile çekti. Ama toprak kıvamına getirilip iyi pişmezse çanak, çömlek, tuğla ve seramik olmaz. Dayanık ve güzelliğini gızgın eteşte pişmeye borçlu. Çektiğimiz sıkıntılar bizim kuşağı aşılı, dayanıklı ve mücadeleci yarattı. İyice piştik. Yoksul ama güzel, onurlu, insanın insan, komşunun komşu, akrabanın akraba, dostun dost, vefanın vefa olduğu bir zamanda yaşadık. Zorla ve mücadele ile kazandığımız her şeyin kıymetini iyi bildik. Anaya, Babaya, Komşuya, Arkadaşa, Akrabaya, Kadına, büyüğe, öğretmene, alime, çocuğa büyük değer ve saygı vardı vefa vardı. İnsanlar daha vefalı güvenilir daha mertti. Din bile bu kadar yozlaşmamıştı. Devlete, askere büyük itibar gözetilirdi. Askerlik kutsal askerlik arkadaşlığı tertipçilik ayrı bir önem arz ediyordu. Aşklar özel, güzel ve farklı idi. Şimdiki gibi değildi.

Iğdır 1664 yılında 6000 bin yıllık tarihini ve şehrini büyük deprem ve afet ile Ağrı Dağının bağrına gömdü. Bu günkü Iğdır ovasına gelip yeniden şehir kurup, hayatta tutunmaya başladık. 1840 yılında büyük bir deprem daha yaşadık. 89 yıl Rus işgali, 3 yıl Ermeni zülüm ve soykırımını “ Kaç Ha Kaç” gibi büyük gaçgın yaşadık. Pamuk, Pirinç ve Şekerpancar’ında yaşadığı ve hak etmediği olaylar yüzünden, sulama sıkıntısından dolayı, 1960 yılından sonra Iğdır büyük yurt içi ve yurt dışı göçü yaşadı. Köylerin büyük kısmı boşaldı. Iğdır 1992 yılında il olunca 35 bin nüfuslu Anadolu kasabası kısa sürede büyük göç aldı.

O tek ve iki katlı çoğu kerpiç ve toprak damlı Bahçeli evler, meyve Bahçeli, bahçeden bahçeye geçişin olduğu, mahalle kültürü ve iyi komşuluk ilişkilerinin yaşandığı, önünden sulama ark ve kanallarının geçtiği, herkesin hemen hemen bir birini tanıyıp selamlaştığı, sosyal hayatın yoğun yaşadığı o güzelim şehir: ranta, betona kurban edildi. Iğdır kendine, tarihine, kültürüne, coğrafya ve doğasına uygun olmayan bir çarpık kentleşme ile karşı karşıya kaldı. Bu sefer Iğdır’ı ne deprem, ne savaş etkilemişti. Bu sefer bir avuç gözünü para hırsı bürümüş az bir azınlık Iğdır’ı bambaşka bir şekle sokmuştu.

Köylerin çoğu daha beterdi. Göç ile boşalıp bakımsız kalan evler harabeye dönmüş, köyün ortak mezarlığı, camisi, okulu, sineması, köy odası, eski dükkan ve kahveneler, ziraat odası gibi yerler ya yıkılıp yenisi yapılmış, yada bakımsız kalmış. Köylerde betona gömülerek, binlerce yıllık ata ocaklarının çoğu, virane olmuş. Köylü köyünü bırakıp şehre gitmiş, kalanlar köyde şehir hayatı yaşıyor. Köylü de yiyeceklerinin çoğunu market veya bakkaldan alıyor. Tandır ekmeği, köy yumurtası köy tavuğu hak getire. Hayvanlar besi olup sılaj ile besleniyor. O eski camış yoğurdu, peyniri, yağı şoru yok. Terör yüzünden yayların çoğu yasak olduğu için, küçükbaş hayvancılık, yaylacılık bir çok köyde bitmiş.

Artık yiyecekler doğal ve organik olmadığı gibi, ilişkilerde de o eski sıcaklık, samimiyet yok. Göçlerle büyük metropollere ve yabancı ülkelere giden çoğu insanımız kendi geçmişine, kültürüne, değerlerine ve geleneklerine yabancı olmuş. Bizi biz yapan yukarıda saydığım güzellikler bir bir yok olmaya yüz tutmuş. Komşuluk, akrabalık, arkadaşlık, dostluk, hemşehrilik, Ahde vefa sürekli aşınıyor. Evler büyük, imkanlar fazla, okuyan çok, sağlık, teknoloji gelişmiş, cüzdanlar eskiye göre şişkin ancak; Yürerekler, Gönüller, vicdanlar küçülmüş. Merhamet ve empati hak getire.

Her şeyin makam her şeyin para olduğu bir devre doğru yol alıyoruz.Hastalıklar çoğalmış, ölümler kolaylaşmış. İnancınla amel etmiyorsan, ilminin hakkını vermiyorsan, paranı helal kazanıp doğru yolda harcamıyorsan, empati kuramıyorsan, çevrene duyarsız nereden geldiğini nereye gideceğini bilmiyorsan sen yaşayan bir ölüsün. Ne demiş Hz. Ali ( r.a) : “ İnsanlara hayrı olmayanı ölülerden sayın gitsin.” Yüce Yaratan bizi çevremize duyarlı, değerlerimize ve kültürümüze bağlı, bakıp gören, gönlü ve yüreği büyük, Sıla’yı rahim yapan, vicdan sahibi empati yapan insanlardan etsin. Güneşin ilk doğduğu Serhat Iğdrı’mızın yüreği, gönlü büyük tüm yiğit ve güzel insanlarına selam, sevgi ve saygılarımı sunarım.

Araştırmacı Tarihçi Rufat GÜREL

Gündem Haberleri

'Esad, Rusya'da Güvende'
Suriye'ye dönüşler iki kat arttı
Baas rejimi nedir?
Teğmenlere destek veren savcı açığa alındı
Şiddette sıfır tolerans algısı boşa çıktı