Atatürk’ün Ölmeden Önceki Son Sözü Neydi?

Vefatının 84. yıl dönümünde Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk'ü rahmet ve minnetle anıyoruz.

Mustafa Kemal Atatürk'ü anlamak ve tanımak milletimizin her ferdinin görevidir. Haberimizde Mustafa Kemal'in vefatından önceki son anları, son sözü ve hayatı ile alakalı bilgileri bulacaksınız.

Atatürk’ün Ölmeden Önceki Son Sözü

Atatürk'ün hayatıyla ilgili 20 yıldır araştırmalar yapan Hacettepe Üniversitesi Tarih Bölümü öğretim üyesi Ali Güler, Atatürk'ün ölmeden önce son sözünün "Aleykümesselam" olduğunu söyledi.

Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, aramızdan ayrılışının 76'ncı yıldönümünde tüm Türkiye'de düzenlenen törenlerle anılıyor.

Atatürk'ün hayatıyla ilgili 20 yıldır araştırmalar yapan Hacettepe Üniversitesi Tarih Bölümü öğretim üyesi Yrd. Doç. Ali Güler, Atatürk'ün pek bilinmeyen son günlerini Vatan gazetesine anlattı. Güler, Atatürk'ün ölmeden önce son sözünün "Aleykümesselam" olduğunu söyledi.

İşte Ali Güler'in anlatımıyla Atatürk'ün son günleri;

Atatürk'ün hastalığı ilk olarak 1938 Ocak ayında Yalova'da belirti verdi. Kanamalar ve kaşıntılar başladı. Doktorlar sirozdan şüpheleniyorlar. Fransızlar Hatay meselesinin çözümünde geri adım atar endişesiyle hastalığı duyurulmuyor. Programını aksatmıyor. Hatta hastayken Mersin seyahatinde askeri birlikleri bile denetliyor.

ZEHİRLENMEDİ

Atatürk iddia edildiği gibi Mason doktorlar tarafından civalı ilaç verilerek zehirlenmedi. O dönem civalı Saligran adlı bir idrar söktürücü kullanıyordu. Araştırmalarımda gördüm ki 1950'ye kadar civasız bir diüretik yok. Tıp alemi böyle bir ilaçla daha tanışmamış bile.

ÖLÜM NEDENİ KANLI KARACİĞER İLTİHABI

Atatürk'ün ölüm sebebi siroz denilen kanlı karaciğer iltihabı. Doktor raporlarına nedeni alkol kullanması. Ani bir şekilde ölmediği için otopsiye gerek görülmemiş

GECE ÖLMEDİ

Atatürk'ün ölüm anının gece olduğu ancak tören yapılamayacağı gerekçesiyle 09.05 olarak ilan edildiği iddiası doğru değil. Son dönemi dakika dakika raporlandı.

"VEFAT EDENE KADARKİ 38.5 SAAT KONUŞMADI"

Atatürk'ün son komaya girişini Cumhurbaşkanı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak anlatıyor. Özel hekimi Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp Atatürk'ten dilini uzatmasını istiyor ama Atatürk dilini içeri çekiyor. Kafasını sağa çevirip, biriyle konuşur gibi "Aleykümesselam" diyerek 8 Kasım 1938 saat 19.00'da komaya giriyor. Vefat edene kadarki 38.5 saat boyunca konuşmuyor.

"AZRAİL'E SELAM VERDİĞİNİ DÜŞÜNÜYORUM"

Ben Nahl Suresi 32'inci ayet ve Vakıa Suresi 91, 92'inci ayetlerde anlatılan inançlı bir insanın ölüm anının gerçekleştiğine inanıyorum. Kuran-ı Kerim'de anlatıldığı gibi Atatürk'ün ruhunu almaya gelen Azrail'e selam verdiğini düşünüyorum." ifadesinde bulundu.

Mustafa Kemal ATATÜRK Kimdir?

Mustafa Kemal ATATÜRK,  (1881-1938) Kurtuluş Savaşı’nın önderi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve ilk cumhurbaşkanıdır. 1881’de Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları içindeki Makedonya’nın Selanik kentinde doğdu. Annesi Zübeyde Hanım dindar, geleneklerine bağlı bir ev kadınıydı. Babası Ali Rıza Efendi ise vakıflar kâtipliği ve gümrük memurluğu görevlerinde bulunmuş, kısa bir süre gönüllülerden kurulu Asakir-i Milliye taburuna üsteğmen olarak katılmıştı. Memurluktan kazandığı ile geçinememesi nedeniyle istifa ederek ticarete atılan Ali Rıza Efendi başarılı olamayınca iflas etti ve henüz 47 yaşındayken vefat etti.

Ali Rıza Efendi ile karısı arasında Mustafa’nın geleceğine ilişkin ciddi görüş ayrılıkları vardı. Zübeyde Hanım küçük Mustafa’nın ilerde din adamı olmasını istiyor bu nedenle onun mahalle mektebine gitmesinde direniyordu. Ali Rıza Efendi ise oğlunun yeni açılan ve modern eğitim veren Şemsi Efendi Okulu’na gitmesini istiyordu. Sonunda Ali Rıza Efendi soruna uygun bir çözüm bularak tartışmaya son verdi. Mustafa önce ilahilerin okunduğu alışılmış törenle mahalle mektebine başladı. “Böylece annesinin isteği gerçekleştirildi. Birkaç gün sonra da mahalle mektebinden ayrılarak Şemsi Efendi Okulu’na yazıldı.

Yeni okuluna kısa sürede alışan Mustafa derslerine büyük bir hevesle sarıldı. Ama, Ali Rıza Efendi’nin ölümünden sonra geçim sıkıntısı içine düşen Zübeyde Hanım çocuklarını da yanına alarak Selanik yakınlarındaki bir çiftlikte kahya olan kardeşinin yanına gitmek zorunda kaldı. Böylece eğitimi yarıda kesilen Mustafa çiftlik işlerinde dayısına yardım etmeye başladı. Dayısı ona kardeşi Makbule ile birlikte bakla tarlasına konan kargaları kovalama görevi vermişti. Mustafa’nın çiftlik yaşamından bir şikayeti yoktu ama eğitiminin yarıda kesilmiş olması annesini çok üzüyordu. Sonunda Selanik’te bulunan teyzesinin yanına giderek okula orada devam etmesine karar verildi. Burada ortaokula (Mülkiye İdadisi’nin rüştiye bölümüne) kaydını yaptırdı. Ne var ki bu okulda da uzun süre kalamadı. Bir arkadaşıyla kavga ettiği için Arapça öğretmeninden yediği ağır dayak, okuldan ayrılmasına neden oldu. Aslında Mustafa da bu okulu pek sevmemişti. Atatürk’ün gözü Selanik sokaklarında kılıçlarını şakırdatarak üniformalarıyla dolaşan subaylar gözlerini kamaştırmaktaydı. Subay olmaya karar vermişti. Sonunda annesinden gizlice girdiği Selanik Askeri Rüştiyesi’nin (ortaokul) sınavlarını kazanarak askerliğe ilk adımını attı.

Askeri Eğitimi

1893’te başladığı Selanik Askeri Rüştiyesi’nde düzenli bir öğrenime kavuşan Mustafa büyük bir istekle kendini derslerine verdi. Başarılı bir öğrenciydi ama özellikle matematiğe karşı büyük bir ilgisi vardı ve bu ilgi günden güne artmaktaydı. Bu durum matematik öğretmeni Mustafa Sabri’nin de dikkatini çekti. Öğretmen öğrencisinin bu yeteneğini bir gün “Oğlum senin de adın Mustafa, benim de. Bu böyle olmayacak. Aramızda bir fark olmalı. Bundan sonra senin adın Mustafa Kemal olsun.” diyerek ödüllendirdi. Askeri Rüştiye’yi bitiren Mustafa Kemal 1895’te öğretmenlerinin önerisiyle Manastır Askeri İdadisi’ne (lise) yazıldı. Bu okulu 1898’de başarıyla bitirdikten sonra 18 Mart 1899’da İstanbul’daki Harp Okulu’nun (Mekteb-i Harbiye) piyade sınıfına girdi. Harbiye yıllarında Mustafa Kemal geniş bir aydın çevre edindi. Abdülhamid yönetiminin giderek artan baskısı onda tepkiler doğurmaktaydı. Gün geçtikçe özgürlükçü düşüncelere ilgisi artıyor, tüm tehlikelere karşın Namık Kemal’in yasaklı kitaplarını ve yurt dışından gelen gazeteleri gizli gizli okuyordu. Harp okulu yıllarında da derslerinde başarılı olan Mustafa Kemal, 10 Şubat 1902’de okulu bitirerek teğmen oldu ve Erkân-ı Harbiye (bugünkü Harbiye Akademisi) sınıfına geçti.

Mustafa Kemal burada da derslerinde çok başarılıydı. Ne var ki artık derslerinin yanı sıra siyasal etkinliklerde de bulunuyordu. Abdülhamit’in baskıcı yönetimi ve yabancı ülkelerin devletin içişlerine karışmalarına karşı tepkiliydi. O günlerde aynı görüşleri paylaşan birkaç arkadaşı birlikte özgürlük düşüncelerini yansıtan gizli bir gazete çıkarmaya başladı. El yazısıyla çoğaltılan bu gazete tüm Harbiye öğrencisine seslenmekte ve elden ele dolaşmaktaydı. Yazıların çoğunu Mustafa Kemal yazıyordu.

Mustafa Kemal 11 Ocak 1905’te kurmay yüzbaşı rütbesiyle Harp Akademisi’ni bitirdi. Atama emrini beklerken boş durmuyor siyasal çalışmalarını sürdürüyordu. Arkadaşları ile birlikte tuttukları bir odada düzenledikleri toplantılarda, kendi aralarında tartışıyor, yasak yayınları okuyorlardı. Ama eski bir arkadaşları ihbar edince, yakalanarak tutuklandılar. Birkaç ay sonra serbest bırakılan Mustafa Kemal staj için Şam’daki 5. Ordu’ya bağlı 30. Süvari Alayı’na atandı.

Subaylıkta İlk Yılları

Şam’daki görevi Mustafa Kemal’ in ordunun ve ülkenin sorunlarını yakından görmesini sağladı. Havran ve Kuneytra’da Dürziler’e karşı düzenlenen harekete katılan Mustafa Kemal hemen hemen bütün Suriye’yi dolaştı. Bu arada, siyasal görüşlerinden ötürü Askeri Tıbbiye son sınıfından atılarak Şam’a sürgün gönderilen Mustafa Bey (Cantekin) ile birlikte Ekim 1906’da Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’ni kurdu. Görevi gereği gittiği Kudüs, Hayfa ve Yafa’da (Tel Aviv) örgütü yaymaya çalıştıysa da başarılı olamadı. Bunun üzerine gizlice Selanik’e geçerek örgütlenme çalışmalarını burada yürütmeye başladı. Eski arkadaşlarıyla ilişki kurarak örgütün Selanik kolunu kurdu. Ancak çalışmaları haber alınarak hakkında soruşturma açılması üzerine dört ay sonra Suriye’ye geri döndü.

Haziran 1907’de kolağalığına (önyüzbaşı) yükseltilerek 5 . Ordu genelkurmayında görevlendirildi. Bir süre sonra isteği üzerine Selanik’ teki 3. Ordu genelkurmayına atandı. O yıllarda Makedonya’da yoğun bir siyasal hareketlilik yaşanmaktaydı. İlerici genç subaylar tarafından kurulmuş olan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ordudaki etkisi gün geçtikçe artıyordu. Selanik’e gelen Mustafa Kemal, Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’ni oluşturan arkadaşlarının da İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne geçtiğini gördü. Önceleri Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’ni geliştirmek ıçin çalışmalara girdiyse de eski arkadaşlarının ısrarıyla 29 Ekim 1907’de İttihat ve Terakki saflarına katıldı.

23 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet ilan edilerek 1876 Anayasası (Kanun-ı Esasi) yeniden uygulanmaya başladı. Bu günlerde Mustafa Kemal ile İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin üst yöneticileri arasında görüş ayrılıkları belirmeye başlamıştı. Hemen her yerde sözünü sakınmadan cemiyet yöneticilerini eleştirmekteydi. Ayrıca, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra “Hürriyet Kahramanı” ilan edilen Enver bey ile de aralarındaki sürtüşme artıyordu.
Cemiyet yöneticileri onu Selanik’ten uzaklaştırmak amacıyla. Meşrutiyet yönetimine karşı kıpırdanmaları bastırmak bahanesiyle Trablusgarp’a gönderdiler. Buradaki görevini tamamlayarak Selanik’e döndüğü günlerde İstanbul’da 31 Mart Ayaklanması patlak verdi. Bu ayaklanmayı bastırmak üzere Mahmut Şevket Paşa komutasındaki Hareket Ordusu İstanbul’a gönderildi. Bu ordunun kurmay başkanlığına başlangıçta Mustafa Kemal atanmış ama tam İstanbul’a girileceği sırada bu görevden alınarak yerine Enver Bey getirilmişti.

Mustafa Kemal, İttihat ve Terakki içindeki eleştirilerini daha da sertleştirerek sürdürüyordu. Cemiyetin Eylül 1909 da toplanan II. kongresinde, askerlerin siyasetten çekilmesini ya da siyasetle uğraşacak askerlerin ordudan ayrılmasını savundu. Bu görüş bazı yandaşlar bulduysa da azınlıkta kaldı. Bunun üzerine Mustafa Kemal, Ittihat ve Terakki ile bağlarını keserek kendini tümüyle askerliğe verdi. 1910 Nisan’ında 3. Ordu’da eğitim subayı olarak görev aldı. Önyüzbaşı Mustafa Kemal’in bu görevde ve ordu kurmayında gösterdiği başarı herkesin ilgisini çekiyordu.

I. Dünya Savaşı’na doğru Balkanlar patlamaya hazır barut fıçısı gibiydi. Bağımsızlıklarını isteyen Balkan halkları büyük devletlerin de kışkırtmalarıyla sürekli ayaklanmalar çıkarmaktaydı. 1910’da Arnavutluk’ta çıkan bir ayaklanmayı bastırma işini doğrudan Harbiye Nazırı (Savaş Bakanı) Mahmut Şevket Paşa üstlenmişti. Paşa Selanik’ten geçerken yanına Mustafa Kemal’i de alarak onu birliklerine kurmay başkanı yaptı. Aynı yılın sonbaharında Fransa’da Picardie’de yapılan askeri manevralara Mustafa Kemal Osmanlı ordusunun temsilcisi olarak katıldı.

Mustafa Kemal bir süre sonra İstanbul’da genelkurmay başkanlığında bir göreve atandı. Bu sırada İtalyanlar da Trablusgarp’ı işgal etmek üzere saldırıya geçmişlerdi. Mustafa Kemal Mısır üzerinden zor bir yolculuk yaptıktan sonra Tobruk’a ulaştı. Buradaki kuvvetlerin kurmaylığını üstlenerek Ocak 1912’de yapılan Tobruk Çarpışması’nda başarılı oldu. Daha sonra Derne’ye geçerek buradaki kuvvetlerin komutanlığını üstlendi. Trablusgarp’ta binbaşılığa yükselen Mustafa Kemal, Ekim 1912’de I. Balkan Savaşı’nın başlaması üzerine İstanbul’a döndü.

Savaş sırasında Çanakkale Boğazı’nın güvenliğini sağlamakla görevli kuvvetlerin Harekât Şube’si müdürlüğüne atandı. Ardından Bolayır Kolordusu kurmay başkanlığı da kendisine verildi. Balkan Savaşları imparatorluk için bir yıkımla sonuçlandı. Balkanlar’daki tüm topraklar yitirildiği gibi ordu da perişan bir duruma düştü.

1913 Ekim’inde Sofya askeri ataşeliğine atanan Mustafa Kemal Mart 1914’te yarbaylığa yükseltildi. Sofya’daki görevi sırasında batı diplomasisinin inceliklerini gözlemledi. Buradan İstanbul’a gönderdiği mektup ve raporlarda bir savaşın yaklaşmakta olduğunu haber veriyor, Osmanlı İmparatorluğu’nun bu savaşa girmesinin bir felaketle sonuçlanacağından söz ediyordu. Mustafa Kemal’e göre Osmanlılar bu savaşta tarafsız kalmalıydılar. Hele Almanya’nın yanında savaşa girmenin felaketle sonuçlanacağını, çünkü iki cephede birden savaşmak zorunda kalacağı için Almanya’nın yenileceğini vurguluyordu.

Birinci Dünya Savaşı Yılları

28 Temmuz 1914’te Avusturya’nın Sırbistan’a savaş ilan etmesiyle başlayan I. Dünya Savaşı kısa sürede bütün Avrupa’yı sardı. İttihat ve Terakki yönetimi bundan hemen altı gün sonra, 2 Ağustos 1914’te Almanya ile bir dostluk ve işbirliği antlaşması imzalayarak Osmanlı İmparatorluğu’nu savaşa katmanın önkoşullarını hazırladı. Sonunda 29 Ekim 1914’te Osmanlılar, Almanya ve Avusturya’nın yanında savaşa girdi.

Osmanlı İmparatorluğu’nun savaşa katılmasını ve ordunun Alman subayların denetimine girmesini onaylamamasına karşın Mustafa Kemal askeri bir görev almak üzere yurda döndü. Şubat 1915’te, Tekirdağ’da kurulmakta olan 19. Tümen Komutanlığı’na atandı. Kısa zamanda 19. Tümen’in eksiklerini tamamlayarak görev yeri olan Gelibolu Yarımadası’ndaki Maydos’a geldi. Arıburnu, Anafartalar ve Ece limanını kapsayan bölgenin komutanlığını üstlendi.

Çanakkale Boğazı’nı ele geçirmek isteyen İngiliz ve Fransızlar 25 Nisan 1915’te Gelibolu Yarımadası’nın Seddülbahir ve Arıburnu bölgelerine asker çıkardılar. Düşman askerlerinin ilerleyişi Mustafa Kemal’in çabalarıyla durdurularak kıyıya kadar geri püskürtüldü. Mustafa Kemal 1 Haziran’da albaylığa (miralay) yükseltilerek Arıburnu Cephe Komutanlığı görevine getirildi. Ağustos’ta Anafartalar Cephe Grubu Komutanlığı’na atanarak güçlü İngiliz ve Fransız donanmasının Çanakkale Boğazı’ndan geçmesine izin vermedi.

Çanakkale Savaşları Mustafa Kemal’in yaşamında bir dönüm noktası oldu. Ülke içinde ve dışında komutanlık yeteneğini kanıtlayarak büyük bir üne kavuşan Mustafa Kemal, Ocak 1916’da Edirne’deki 16. Kolordu Komutanlığı’na getirildi. Şubat ayında kolordusu ile doğuya gönderildi ve 1 Nisan’da tuğgeneralliğe yükseltildi. Mustafa Kemal bu görevi sırasında Rusların ilerleyişini durdurarak Muş ve Bitlis’i geri aldı. 1916 sonlarında 2. Ordu komutan vekilliğine atandı. Bu ordunun kurmay başkanı olan Albay İsmet Bey (İnönü) ile ilk kez burada tanışarak arkadaş oldular.

Bu sırada İttihat ve Terakki yöneticileri yeni düşler peşindeydiler. Hicaz Kuvve-i Seferiyesi adında bir ordu kurarak komutanlığını Mustafa Kemal’e vermek istiyorlardı. Amaçları kutsal yerleri kurtarmaktı. Mustafa Kemal Şam’a giderek durumu inceledikten sonra bu görevi kabul etmedi. Bunun üzerine ordunun kurulmasından cayıldı; Mustafa Kemal yeniden doğu cephesine dönerek 2. Ordu’nun komutanlığına geçti.

Bağdat ve Irak’ın geri alınması amacıyla Alman General Falkenhayn komutasında Yıldırım Orduları Grubu kurulmuştu. Temmuz 1917’de Mustafa Kemal Yıldırım Orduları Grubu’na bağlı 7. Ordu Komutanlığı’na atandı. Ama bu görevinde, emrindeki Alman subayları kollayan, yöredeki aşiretlerle kurduğu ilişkilerde Alman çıkarlarını gözeten Falkenhayn ile anlaşamadı. Mustafa Kemal 3. Kol Ordu Komutanı İsmet Bey’in de görüşlerini alarak durumu bir raporla başkomutanlığa ve Sadrazam Talat Paşa’ya bildirdi. Raporu benimsenmeyince, görevini bırakarak İstanbul’a geldi.

1917’nin sonlarında Alman İmparatoru II. Wilhelm’i ziyaret için Almanya’ya giden Veliaht Vahideddin’in yaveri olarak geziye katıldı. Yol boyunca düşüncelerini geleceğin padişahına aktardı. Yurda dönerken rahatsızlanarak tedavi için bir süre Viyana ve Karlsbad’a gitti. Bu sırada Padişah Sultan Reşat ölmüş, tahta VI. Mehmed Vahideddin çıkmıştı. Vahideddin, tahta çıkmasından birkaç gün sonra Mustafa Kemal’i İstanbul’a çağırttı. Bu durumdan yararlanan Mustafa Kemal padişah ile birkaç kez görüştüyse de etkili olamadı. Çünkü Vahideddin kısa sürede Enver ve Talat paşaların etkisine girmişti. Sonunda Mustafa Kemal ikinci kez, Filistin’de bulunan ve Liman von Sanders komutasındaki Yıldırım Orduları Grubu’na bağlı 7. Ordu Komutanlığı’nı kabul ederek Suriye’ye gitti.

Hazırlıklarını tamamlayan İngilizler 18-19 Eylül 1918’de üstün kuvvetleriyle bu cephede saldırıya geçtiler. Mustafa Kemal’in emrindeki 7. Ordu ilk saldırıları durdurarak geri çekildi ve Halep’in kuzeyinde mevzilendi. 25-26 Ekim günlerinde saldırıya geçen İngiliz ve Arap kuvvetlerini durdurarak yenilgiye uğrattı. Ancak savaş bütünüyle yitirilmiş, 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi imzalanarak Osmanlı İmparatorluğu savaştan çekilmişti. Aynı tarihte Mustafa Kemal, Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığı’na atandı. Bu yeni görevi sırasında mütarekenin yoruma açık maddelerine açıklık getirilmesi için İstanbul’a sürekli telgraf çekmekteydi. Çünkü İngilizler bu maddelerden yararlanarak İskenderun’u işgale hazırlanıyorlardı. Mustafa Kemal bu işgale direneceğini, eğer İstanbul’daki hükümet tersini düşünüyorsa kendisini görevden almasını bildirdi. Bu arada olası işgale ve saldırılara karşı Antep ve Maraş yöresinde halka silah dağıttı. Kasım 1918’de Yıldırım Orduları Grubu kaldırılınca İstanbul’a döndü.

İşgal altındaki İstanbul’da

13 Kasım 1918 günü Haydarpaşa’da trenden inen Mustafa Kemal düşman gemilerinin zafer bayraklarını çekerek İstanbul’a girişiyle karşılaştı. Bu görüntü karşısında son derece sinirlenen Mustafa Kemal yanındaki üzgün yaverine, “geldikleri gibi giderler” diyordu.

Mustafa Kemal o günlerde işbaşında bulunan ya da siyasal yaşamda etkin bir yeri olan herkesle ilişki kurmaya çalışıyordu. Görüşmelerinde onları tanımaya çalışıyor, güvenilip güvenilmeyeceğini anlamak istiyordu. Padişahla konuşmalarında da yeni bir hükümet kurularak kendisinin harbiye nazırı olmasını önerdiyse de bir sonuç elde edemedi. Öte yandan Damat Ferit Paşa sadrazamlığa getirilmiş ve eski İttihatçı önderler tutuklanmaya başlamıştı.

Mustafa Kemal’in İstanbul’daki en verimli görüşmeleri eski silah arkadaşlarıyla oldu. Bunlar ilerde Kurtuluş Savaşı’nın da öncü kadrolarını oluşturacaktı. Şişli’de tuttuğu ev Kurtuluş Savaşı hazırlıklarının yapıldığı bir merkez olmuştu. Buradaki toplantılarda Kâzım (Karabekir), İsmet (İnönü), Refet (Bele), Ali Fuat (Cebesoy), Rauf (Orbay) ve Fethi (Okyar) beylerle birlikte soruna çözümler aramaktaydı. Özellikle Kâzım Bey, Anadolu’ya geçerek mücadeleyi oradan yürütmeyi savunuyordu. Mustafa Kemal de bu düşünceyi benimsemeye başlamıştı. Yurdu İstanbul’dan kurtarma olanağının kalmadığı ortaya çıkmıştı. Ama Mustafa Kemal Anadolu’ya geçişinin belli bir yetki ve görevle olmasını istiyordu. Bu olanağı sağlayacak iyi bir fırsat çok geçmeden ortaya çıktı. Samsun ve çevresindeki Rumlar bağımsız bir Rum Pontos Devleti kurma girişimi içindeydiler. Bu durum Türkleri rahatsız ediyor ve çatışmaların çıkmasına neden oluyordu. İşgalci devletlerin Rumların yanını tutarak müdahale tehditlerine karşı Damat Ferit hükümeti bölgeye Mustafa Kemal Paşa’yı 9. Ordu müfettişi olarak atadı. Böylece Mustafa Kemal çok geniş bir bölgeyi denetleme, buradaki vali ve komutanlara emir verme yetkisiyle donatıldı. İstanbul’ da padişah, sadrazam ve arkadaşlarıyla son görüşmelerini yaparak İzmir’in işgalinden bir gün sonra, 16 Mayıs 1919’da Bandırma vapuruyla Samsun’a hareket etti. Mustafa Kemal’ in 19 Mayıs günü Samsun’a ulaşmasıyla Türkiye’nin yaşamında 1923 yılına kadar sürecek yeni bir mücadele dönemi başlıyordu.

Bağımsızlığa Açılan Yol

1. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan Osmanlı İmparatorluğu’nun imzaladığı Mondros Mütarekesi çok ağır koşullar içeriyordu. Mütarekeyi izleyen günlerde imparatorluk içinde büyük bir kaynaşma baş göstermişti. İtilaf devletleri mütareke koşullarını çiğnemekte Anadolu paylaşılıp işgal edilmekteydi. Öte yandan, mütarekenin ilanını izleyen günlerde yurdun dört bir yanında Müdafaa-i Hukuk örgütleri oluşturulmaya başlanmıştı. Özellikle düşman işgalinin beklendiği yörelerde bu konuda gözle görülür bir canlılık vardı. Bu örgütler silahlı bir mücadeleyi örgütlemekten çok dünya kamuoyunu aydınlatmak ve etkilemek böylece ülke bütünlüğünü korumak amacına yönelmişlerdi. Direnme düşüncesi İzmir’in Yunanlılar tarafından işgalinden sonra güç kazanmaya başladı. İzmir yöresinde Yunan ordusunun ilerleyişine karşı direnenlere “Kuva-yı Milliye” (Ulusal Kuvvetler) dendi. Bu ad giderek ulusal kurtuluş mücadelesi veren tüm hareketleri kapsadı.

Mustafa Kemal böylesi güç günlerin yaşandığı bir dönemde Samsun’a çıktı. Tek çözümün ulus egemenliğine dayalı bağımsız bir Türk devleti kurmak olduğunu düşünüyordu. “Ya istiklâl ya ölüm” sloganıyla özetlediği bu görüşünü uygulamaya geçirmek için hemen çalışmalara başladı. Samsun’a çıktığı günden başlayarak Anadolu’daki asker-sivil üst düzey görevlilerle bir iletişim ağı oluşturdu. Anadolu’daki ulusalcı kuruluşlara gizli bir bildirge göndererek işgallere karşı mitingler düzenlenmesini, düşman saldırısına karşı yoğun bir çete savaşına başlanmasını istedi. 21-22 Haziran’da Amasya’da yayımladığı bildirgede (Amasya Tamimi), İstanbul’daki hükümetin görevini verine getiremediğini, ulusal bütünlük ve geleceğin tehlikede olduğunu duyuruyordu. Ulusun bağımsızlığını gene ulusun kesin kararı ve direnişinin kurtaracağını, ulusun sesini dünyaya duyurabilmek için her türlü etki ve denetimden kurtulmuş ulusal bir kurul oluşturmanın zorunlu olduğunu vurguluyordu. Bunun için Anadolu’nun en güvenli yeri olan Sivas’ta bir kongre toplanmasını önermekteydi.

Amasya Tamimi ile Mustafa Kemal, Mondros Mütarekesi’nin hükümlerine uyulmaması çağrısında bulunuyor ve İstanbul hükümetine açıkça karşı çıkıyordu. Harbiye nazırının İstanbul’a dönmesini istemesi üzerine 8 Temmuz’da askerlikten ayrıldı. Ertesi gün Erzurum Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin başkanlığına seçildi. 23 Temmuz’da topladığı Erzurum Kongresi’nde ulusal sınırlar içindeki yurt topraklarının birbirinden ayrılmaz bir bütün olduğu, yurdun yabancı işgaline karşı savunulacağı, bu görevi yerine getirmek için İstanbul hükümeti yetersiz kaldığında geçici bir hükümet kurulacağı karara bağlandı. Dokuz kişilik bir temsilciler kurulu (Heyet-i Temsiliye) seçildi. 4-11 Eylül tarihleri arasında toplanan Sivas Kongresi’nde ise Erzurum Kongresi’nin kararları bütünüyle benimsendi. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti kurularak Heyet-i Temsiliye’ye bütün ülkeyi temsil yetkisi verildi. Misak-ı Milli’nin ana çizgileri belirlenerek 30 Ekim 1919 sınırlarından bir gerilemenin söz konusu olamayacağı vurgulandı.

İstanbul hükümeti Erzurum ve Sivas kongrelerini engellemeye çalıştıysa da başarılı olamadı. 18 Ekim’de bu hükümetin temsilcisi ile Mustafa Kemal arasında Amasya’da yapılan görüşmede, İstanbul’da yeni bir meclisin toplanması için serbest seçimlerin yapılmasına karar verildi. Mustafa Kemal de 7 Kasım 1919’da Erzurum milletvekilliğine seçildi. O arada Heyet-i Temsiliye’nin merkezinin Ankara olması kararlaştırıldığı için Mustafa Kemal 27 Aralık 1919’da Ankara’ya gitti.

Yeni seçilen Osmanlı Mebusan Meclisi 12 Ocak 1920’de İstanbul’da toplanarak çalışmalarına başladı. 28 Ocak 1920’de meclis yurdun kurtuluşu için nasıl davranılacağını bildiren bir karar aldı. Mustafa Kemal’in ana çizgilerini daha önce belirlediği bu kararı meclis bir and biçiminde ilan etti. Misak-ı Milli adı verilen bu kararda Anadolu’nun işgali ve paylaşılması reddediliyordu. Bu durum karşısında İtilaf Devletleri 16 Mart 1920’de İstanbul’u işgal ettiler. Meclisin işgal kuvvetlerince basılması üzerine oturumlara ara verildi.

Mustafa Kemal 19 Mart’ta Heyet-i Temsiliye başkanı olarak yayımladığı bir bildirgeyle Ankara’da olağanüstü yetkilerle donanmış bir meclisin kurulacağını duyurdu. Bu meclisi yeni seçilecek milletvekilleriyle İstanbul’dan Anadolu’ya geçen milletvekilleri oluşturacaktı. Sonunda 23 Nisan 1920’de Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi toplandı ve meclisin üstünde hiçbir güç tanınmayacağı kararı alındı. Yasama ve yürütme görevlerini kendinde toplayan Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi başkanlığına Mustafa Kemal seçilerek yeni bir hükümet oluşturuldu.

Bu sırada Yunanlılar Batı Anadolu’da ilerliyorlardı. Mustafa Kemal düşmana dağınık biçimde karşı koyan Kuva-yı Milliye güçlerini toplayarak düzenli bir ordunun oluşmasını sağladı. Anadolu’nun çeşitli yerlerindeki ayaklanmalar bastırılarak önce I. ve II. İnönü savaşlarında (Ocak ve Nisan 1921) Yunanlılar yenilgiye uğratıldı. 23 Ağustos 1921’de başlayarak 22 gün 22 gece süren Sakarya Savaşı’nda Yunan ordusu püskürtülerek Sakarya Irmağı’nın batısına atıldı. Sakarya’da kazanılan bu zafer dış ilişkilerde de önemli adımların atılmasını sağladı. SSCB aracılığıyla Ermenistan, Gürcistan ve Azerbaycan’la Kars Antlaşması (13 Ekim 1921), Fransa ile Ankara Antlaşması (20 Ekim 1921) imzalandı.

Haziran 1922 ortalarında düşmana son darbeyi vurma kararı alan Mustafa Kemal 26 Ağustos sabahı büyük taarruzu başlattı. 30 Ağustos’ta yapılan Başkomutanlık Meydan Savaşı’nda düşman kesin yenilgiye uğratıldı.

Büyük Taarruz ve Başkomutanlık Meydan Savaşı’nın zaferle sonuçlanması üzerine 11 Ekim 1922’de Mudanya Ateşkes Antlaşması imzalandı. Bu antlaşmayla ülke düşman işgalinden kurtuluyor, Doğu Trakya, Ege, İstanbul ve boğazlar yeniden Türkiye’ye geçiyordu. Artık yapılacak iş barışı sürekli kılacak bir antlaşmanın imzalanmasını gerçekleştirerek dünya devletlerinin yeni Türk devletini tanımasını sağlamaya kalmıştı. Savaş alanlarında zafer kazanıldıktan sonra Lozan’da diplomasi alanında yeni bir mücadeleye girişiliyordu.

Cumhuriyete Doğru

Mudanya Ateşkes Antlaşması’nın imzalanmasından sonra Lozan barış görüşmelerinin ön hazırlıklarına başlandı. Bu sırada İtilaf Devletleri 27 Ekim’de verdikleri bir notayla barış görüşmelerine Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümetiyle birlikte İstanbul hükümetinin de katılması için çağrıda bulundular. Amaçları, görüşmelerde Türk tarafını bölerek güçsüzleştirmekti. Kurtuluş Savaşı boyunca düşmanla işbirliği ederek ulusal mücadeleyi engellemeye çalışan padişah ve onun İstanbul’daki hükümeti, bunu fırsat bilerek Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne barış görüşmelerinde işbirliği önerdi.

Bu durum karşısında Mustafa Kemal, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne saltanat ile hilafetin ayrılarak saltanatın kaldırılmasını önerdi. Meclisteki konuşmasında Türk ulusunun artık kendi bağımsız devletini kurduğunu, bir daha hiçbir biçimde monarşik yönetimi kabul etmeyeceğini vurguladı. Bu konuşmanın ardından saltanatın kaldırılmasına ilişkin yasa 1 Kasım 1922’de Meclis’te oybirliğiyle kabul edilerek saltanata son verildi. Bu yasada egemenliğin Türk ulusunda olduğu ve bu egemenliği Türkiye Büyük Millet Meclisi tüzel kişiliğinin devredilemez ve vazgeçilemez bir biçimde temsil ettiği belirleniyordu. Kişi egemenliğine dayalı İstanbul hükümeti, İstanbul’un işgal edildiği 16 Mart 1920’den sonra yok sayılıyordu. Halifeliğin Osmanlı Hanedanı’na ait olduğu, bilgi ve karakter bakımından en uygun hanedan üyesinin Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından halife seçileceği belirtiliyordu. Son Osmanlı Padişahı VI. Mehmed Vahideddin’in 17 Kasım’da İstanbul’dan kaçması üzerine Türkiye Büyük Millet Meclisi ertesi gün halifeliği ondan alarak yerine Abdülmecid’i seçti.

Mustafa Kemal halkın saltanatın kaldırılmasını nasıl karşıladığını gözlemlemek için 13 Ocak 1923’te bir yurt gezisine çıktı. Bu sırada, uzun süredir hasta olan annesi Zübeyde Hanım da İzmir’de ölmüş Karşıyaka Mezarlığı’na gömülmüştü. 27 Ocak günü İzmir’e giden Mustafa Kemal annesinin mezarını ziyaret etti. 29 Ocak’ta ise İzmir’e ilk gelişinde tanıştığı Latife Hanım’la evlendi. Bu arada yeni Türk devletinin izleyeceği ekonomik politikaları belirlemek için İzmir’de toplanan İktisat Kongresi’ni 17 Şubat’ta bir konuşmayla açtı.

1 Nisan 1923’te Türkiye Büyük Millet Meclisi yeni seçimlerin yapılması kararını aldı. Yapılan seçimlerden sonra 11 Ağustos 1923’te İkinci Türkiye Büyük Millet Meclisi açılarak çalışmalarına başladı; Mustafa Kemal yeniden Meclis Başkanlığı’na seçildi.

Meclisin açılmasından hemen önce Mustafa Kemal, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin Halk Fırkası’na dönüşeceğini açıklamıştı. Yeni Türk devletinin bu ilk siyasal partisi 9 Eylül’de resmen kuruldu ve 11 Eylül’de Mustafa Kemal genel başkanlığa seçildi. 6 Ekim 1923’te Şükrü Naili (Gökberk Paşa komutasındaki birlikler İstanbul’a girdi. Meclisin aldığı bir kararla 13 Ekim 1923’te Ankara, Türk Devleti’nin başkenti ilan edildi. Bu karara İngiltere, Fransa, İtalya tepki gösterdilerse de Türkiye Büyük Millet Meclisi kararını uygulamaktan caymadı

Cumhuriyet’in İlanı ve Tepkiler

Kurtuluş Savaşı koşullarında hazırlanan 1921 Anayasası’nın getirdiği hükümet sistemine göre, Türkiye Büyük Millet Meclisi kendi arasından tek tek bakanları seçiyor ve bakanlar doğrudan meclise karşı sorumlu oluyordu. Bir başbakan bulunmuyor, bakanlardan biri toplantıları yönetiyordu. Bu meclis hükümeti sistemi Kurtuluş Savaşı yıllarında pek önemli aksaklık göstermeden işlemişti. Ama yeni dönemde sık sık, çözülmesi uzun zaman alan hükümet bunalımlarına neden oluyordu. Öte yandan, anayasada devlet başkanlığı kurumunun bulunmaması da sorun yaratmaktaydı. Bu nedenle anayasada köklü bir değişiklik gerekiyordu.

25 Ekim 1923 günü çıkan bir hükümet bunalımının çözülememesi üzerine, Mustafa Kemal çok önceden oluşturduğu bir düşünceyi uygulamaya koydu. 29 Ekim 1923’te Türkiye Büyuk Millet Meclisi, Mustafa Kemal’in önerisiyle Cumhuriyet’i ilan etti. Oybirliğiyle alınan bu kararın hemen ardından yapılan seçimde Mustafa Kemal gene oybirliğiyle Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanı seçildi.

Cumhuriyet’in ilanını tepkiyle karşılayan saltanat yanlısı tutucu çevreler tek dayanak olarak halifeliğe sarıldılar. Cumhuriyet’e karşı olanlar halifenin etrafında toplanmaya başladılar. Halife Abdülmecid de giderek kendini güçlü görmeye başlamış, devlet işlerine karışmamak ve yalnızca din işleriyle uğraşmak koşuluyla halife seçilmesine karşın tam tersi bir davranış içine girmişti. Yalnızca “Müslümanlar’ın Halifesi” sıfatını taşıyacağı saptanmışken Abdülmecid Efendi “Han”, “Peygamber Halifesi” gibi sıfatları da kullanıyordu. Ayrıca bir devlet başkanı gibi davranıyor, cuma namazlarını büyük bir törenle kılıyordu.

Bu arada “Ulusal Hükümet”in İstanbul’daki temsilcisi Refet (Bele) Paşa, tutumuyla halifeye destek veriyordu. Cumhuriyet’in ilanına karşı çıkan Rauf (Orbay) Bey ve Dr. Adnan (Adıvar) gibi Mustafa Kemal’in bazı eski arkadaşları da halifeden yana tavır alıyorlardı. Meclis içindeki tutucu milletvekilleri ise halifeye siyasal güç kazandırmak için çalışıyorlardı. Halifeyi meclisin ve devletin başı, meclisi de halifenin danışma organı olarak göstermeye başlamışlardı.

Oysa Mustafa Kemal ve arkadaşları halifeliği, Türkiye’nin çağdaşlaşması için zorunlu olan sosyal ve laik içerikli dönüşümlerin önündeki en büyük engel olarak görüyorlardı. Üstelik, Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığının temeli olan “halk egemenliği” ilkesiyle tanrı egemenliğinin simgesi “halifelik” çelişmekteydi. Yeni Cumhuriyet’in gelişmesi için, saltanattan sonra halifeliğin de kaldırılması zorunluydu. Gelişen olayların da etkisiyle, 3 Mart 1924’te çıkarılan bir yasayla halifelik kaldırıldı. Böylece, din ile devlet işlerinin ayrılması anlamına gelen laikliğin ilk adımı atılmış oldu. Aynı gün çıkarılan başka bir yasayla, her türlü din işlerini düzenleyen ve devletin işlemlerinin dine uygun olup olmadığını denetleyen Şeriye ve Evkaf Vekâleti de (Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığı) kaldırıldı. Laiklik konusunda bir başka adım, gene aynı gün çıkarılan Tevhid-i Tedrisat (Öğretimin Birleştirilmesi) yasasıyla atıldı. (Jsmanlı Devleti’nde dinsel eğitim veren okullar ile medreseler birbirinden ayrı kuruluşlardı. Devlet dinsel eğitim veren kurumları denetleyemiyordu. Öte yandan, birçok azınlık okulu da başına buyruk hareket ediyordu. Çıkarılan yasa ile bütün eğitim kuruluşları Maarif Vekaleti’ne (Eğitim Bakanlığı) bağlandı.

Kurtuluş Savaşı’nın olağanüstü koşullarında hazırlanmış olan 1921 Anayasası bir devrim anayasasıydı. Ne var ki Cumhuriyet’in ilanıyla koşullar değişmiş yeni bir dönüşümler evresine girilmişti. Artık Türkiye’nin yeni bir anayasaya gereksinimi vardı. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde uzun tartışmalardan sonra 20 Nisan 1924’te yeni anayasa kabul edildi. Bu anayasada Mustafa Kemal’in “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” ilkesi de yer alıyordu.
Saltanatın kaldırılması ve Cumhuriyet’in ilanıyla eski toplumsal düzenin tümüyle ortadan kaldırılacağının anlaşılması üzerine Mustafa Kemal ve arkadaşlarına karşı yoğun direniş başlamıştı. Direnmelerin odağı genellikle dinci ve saltanat yanlısı çevrelerdi. Ayrıca Mustafa Kemal ile bazı eski mücadele arkadaşları arasında da görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştı. Rauf (Orbay) Bey, Refet (Bele) Paşa, Kâzım Karabekir, Ali Fuat (Cebesoy) Paşa ve Dr. Adnan (Adıvar) gibi kişiler Cumhuriyet’in ilanına ve halifeliğin kaldırılmasına karşı çıkmaktaydılar. Eski İttihatçılar ile saltanat ve halifelik yanlıları tarafından desteklenen bu kişiler sonunda Mustafa Kemal’in çevresinden koparak onun karşısında yer aldılar. Rauf Bey ve arkadaşları Cumhuriyet Halk Fırkası’ndan istifa ederek 17 Kasım 1924’te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kurdular. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kurulmasını Mustafa Kemal olumlu karşılamış, çok partili demokrasiye geçişte bir adım olarak yorumlamıştı. Ancak yeni partiye sahip çıkan çevreler Cumhuriyet’e karşı şiddetli bir kampanyaya giriştiler.

Bu gergin hava sürerken 13 Şubat 1925’te Şeyh Said doğuda bir ayaklanma başlattı. Hükümet sert ve kararlı bir biçimde Cumhuriyet’e yönelen bu eylemin üzerine yürüdü. Bazı yerlerde seferberlik kararı alınırken bir yandan da Takrir-i Sükün Kanunu (Dirlik Düzenlik Sağlama Yasası) çıkarılarak İstiklâl Mahkemeleri işlemeye başladı.

Ayaklanmanın Nisan sonunda bastırılmasından sonra hükümet Takrir-i Sükün Kanunu’ndan aldığı yetkiyle Cumhuriyet’e karşı çıkan, İstanbul’daki saltanat ve halifelik yanlısı bazı gazete ve dergileri kapattı. Ardından Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, ülkede dinsel gericiliği körüklediği gerekçesiyle 5 Haziran 1925’te kapatıldı. 14 Haziran 1926’da Cumhuriyet karşıtı güçlerin İzmir’de Mustafa Kemal’e yönelik bir suikast girişimi ortaya çıkarıldı. Suikastı planlayanlar yakalandı ve yargılama sonunda suçlu görülen 15 kişi asıldı.

Çağdaş Türkiye’ye Doğru

Mustafa Kemal yeni Cumhuriyet’in ilkelerini ve gelişeceği çizgiyi belirlemiş, bu doğrultuda önüne çıkan engelleri yıkmıştı. Ama, amaçladığı çağdaş batı uygarlığına ulaşabilmek için bir dizi toplumsal ve ekonomik dönüşümlerin gerçekleşmesi gerekliydi. Atatürk İnkılâpları ya da Devrimleri olarak bilinen bu köklü dönüşümler çağdaş ve uygar yeni Türkiye için kaçınılmaz birer zorunluluktu.

Mustafa Kemal’in gerçekleştirmeyi amaçladığı dönüşümlerin önkoşullarının hazırlanmasında, laik bir toplum düzeni kurmaya yönelik girişimlerin büyük Önemi vardır. 30 Kasım 1925’te çıkarılan bir yasayla tekke ve zaviyeler kapatılarak laiklik doğrultusunda yeni bir adım atıldı. İslam’daki çeşitli tarikatların toplandıkları yerler olan tekke ve zaviyeler amaçlarından uzaklaşarak Cumhuriyet’e karşı dinsel muhalefetin odaklarına dönüşmüşlerdi. Kapatılan bu yerlerin sahiplerinin mülkiyet haklarına dokunulmadı. Ayrıca, cami ya da mescit olarak kullanılanlar olduğu gibi korundu. Anayasada yer alan “Türk Devleti’nin dini İslam’dır” sözü 1928’de anayasadan çıkarıldı. 5 Şubat 1937’de ise devletin laik olduğu anayasaya eklenerek süreç tamamlanmış oldu.

Siyasal yapısı laik bir cumhuriyet olan yeni devletin kendine uygun bir hukuk sisteminin olması kaçınılmaz bir zorunluluktu. Laik bir devletin dinsel temellere oturan bir hukuk sistemine sahip olması düşünülemezdi. Bu amaçla yapılan çalışmaların sonunda İsviçre medeni kanununu temel alan bir yasa hazırlanarak 4 Ekim 1926’da yürürlüğe kondu. Türk Medeni Kanunu’na göre kadın erkek eşitliği sağlanıyor, kadın günlük yaşamda erkekle aynı haklara sahip oluyor, aile birliği için “medeni nikah” zorunlu hale getiriliyordu. Aynı yıl kabul edilen Borçlar, Ticaret ve Ceza yasaları da hukuk sisteminin batı örneğine göre yeniden düzenlenmesini amaçlıyordu.

Mustafa Kemal, Cumhuriyet Türkiye’sinde halkın dış görünümünün de çağdaş bir biçim almasını istiyordu. 24 Ağustos 1925’te Kastamonu ve İnebolu’ya yaptığı gezide kendisini karşılayan kalabalığa başındaki panama şapkasını göstererek, “Biz her açıdan uygar insan olmalıyız. Fikrimiz, zihniyetimiz tepeden tırnağa kadar uygar olacaktır. Uygar ve uluslararası kıyafet milletimiz için layık bir kıyafettir, onu giyeceğiz”, sözleriyle kıyafette de çağdaşlaşmayı başlattı. 25 Kasım 1925’te Mustafa Kemal’in önderliğiyle şapka yasası çıkarılarak cüppe ile sarığın, din adamları dışında, giyilmesi yasaklandı.

Çağdaş dünya ile uyum sağlamanın gerekli olduğu bir başka alan da kullanılan takvim ve ölçü birimleriydi. Ayların, Ay’ın hareketin6 göre belirlendiği İslami takvim ve saat dış dünya ile olan ilişkileri güçleştiriyordu. 26 Aralık 1925’te bir yasa ile miladi takvim ve uluslararası saat sistemi kabul edildi. Hafta tatili cumadan pazar gününe alındı. 1931’de ise ölçü birimleri de değiştirilerek arşın ve okka yerine metre ve kilo sistemleri kabul edildi.
Cumhuriyet Halk Fırkası’nın II. Büyük Kongresi 15-20 Ekim 1927’de Ankara’da toplandı. Mustafa Kemal bu toplantıda okuduğu Nutuk’ta, Kurtuluş Savaşı’nın ve Cumhuriyet’in ilk dört yılının siyasal dökümünü yaptı ve Cumhuriyet’in gelişme çizgisini açıkladı.

Mustafa Kemal’in gerçekleştirdiği en önemli ve uygulanması en güç atılımlardan birisi kuşkusuz yeni Türk alfabesinin kabulüdür. Arap alfabesiyle okuma ve yazmayı öğrenmek çok güçtü. Bu durum ülkede eğitim düzeyinin gelişmesini engelliyordu. Mustafa Kemal’in emriyle kurulan özel bir kurul Latin alfabesini temel alan bir Türk alfabesi hazırladı. 1 Kasım 1928’de Mustafa Kemal, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni açış konuşmasında “Büyük Türk milleti cehaletten az emekle kısa yoldan ancak kendi güzel asil diline kolay uyan böyle bir vasıta ile sıyrılabilir. Bu okuma yazma anahtarı ancak Latin esasından alınan Türk alfabesidir” diyordu. Aynı gün çıkarılan bir yasayla yeni Türk alfabesi kabul edildi.

Mustafa Kemal kurduğu Cumhuriyet’in demokratik olmasını, çok partili yaşama geçilmesini istiyordu. Mecliste yalnızca Cumhuriyet Halk Fırkası milletvekillerinin bulunması hükümetin denetlenmesini ve eleştirilmesini engelliyordu. Yurt gezilerinde hükümete yönelik birçok şikayetle karşılaşınca ikinci bir . siyasal partinin kurulmasına karar verdi. Bu amaçla Fethi (Okyar) Bey’i bir siyasal parti kurmakla görevlendirdi. Böylece 12 Ağustos 1930’da Serbest Cumhuriyet Fırkası kuruldu. Mustafa Kemal kurulan yeni partinin programına karışmamış, yalnızca gerçekleştirilen köklü dönüşümlerden kesinlikle ödün verilmemesini önkoşul olarak koymuştu. Yeni parti programında, laik düşünceyi benimsediğini, Cumhuriyet’e bağlı olduğunu belirtmişti. Ama, parti örgütü kısa zamanda Cumhuriyet ve laik düşünce karşıtı kişilerin, saltanat ve halifelik yanlılarının eline geçti. Bu durum karşısında Fethi Bey ve arkadaşları 17 Kasım 1930’da partiyi kapattılar. Bundan birkaç gün sonra, Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kurulmasıyla cesaret bulan gericiler 23 Aralık 1930’da Menemen’de başkaldırdılar. Burada Kubilay adlı bir yedek subayı öldürdüler. Ordu olayı bastırdı; suçlular askeri mahkemede yargılanıp cezalandırıldılar.

Mustafa Kemal yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin Türk ulusçuluğuna dayanması gerektiği görüşündeydi. Bu ulusçuluğun temelinde yatan ulus bilincini geliştirmek ve yaygınlaştırmak amacıyla 15 Nisan 1931’de Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’ni kurdu. Sonradan Türk Tarih Kurumu adını alan bu kuruluş ulusun geçmişine ilişkin çalışmalara başladı.

Ülkede herkes Türkçe konuşmaktaydı ama iş yazı diline döküldüğünde Arapça, Farsça, Türkçe karışımı Osmanlıca kullanılırdı. Medreselerde bilim dili Arapça’ydı. Bu durum ülkede kültürün gelişmesini engelliyordu. Mustafa Kemal Türkçe’nin arılaştırılması ve bir kültür dili olması için araştırmalar yapmak aqmacıyla 12 Temmuz 1932’de Türk Dili Tetkik Cemiyeti’ni kurdu. Sonradan Türk Dil Kurumu adını alan bu kuruluş Türkçe’nin kurallarını saptadı. Devlet yazışmalarında herkesin anlayacağı bir Türkçe kullanılmaya başlandı.

Günlük yaşamda zorluk çıkaran sorunlardan biri de soyadı yasasıyla çözüldü. 21 Haziran l93-l’te çıkarılan bir yasayla herkese soyadı alma zorunluluğu getirildi. Türkiye Büyük Millet Meclisi Mustafa Kemal’e oybirliğiyle Atatürk soyadını verdi ve bu adı ondan başkasının almasını yasakladı.

Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanmasıyla Türkiye uygar dünyada öbür uluslarla eşit koşullarda yerini almıştı. Atatürk, savaşarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politika ilkesini “Yurtta sulh, cihanda sulh” sözleriyle açıklamaktaydı. Böylece Türkiye geçmişin kötü anılarını silerek sorunlara barış içinde çözüm arayacağını ilan ediyordu. Bu dönemde çıkan Musul sorunu, Batı Trakya’daki sorunlardan kaynaklanan Türk-Yunan anlaşmazlığı, Boğazlar ve Hatay sorunları bu ilke çerçevesinde çözüldü.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında, devletin ekonomik olanaklarının sınırlığı da göz önünde tutularak, sanayileşmede özel sektöre öncelik tanıyan bir ekonomi politikası izlenmişti. Devletin ekonomik etkinlikleri altyapı yatırımları ve Türkiye’deki yabancı sermayeli kuruluşların ulusallaştırılması ile sınırlı kalmıştı. Ama, ekonomide beklenen gelişme sağlanamadı. Ayrıca, 1930 Büyük Dünya Bunalımı tarıma dayalı Türkiye ekonomisi üzerinde olumsuz bir etki yarattı. Bu durum, devletin ekonomik yaşamda daha önemli ve etkin bir rol üstlenmesi gereğini ortaya çıkardı. Devletçilik temel ekonomi politikası olarak benimsendi. Varlıklarını bugün de sürdüren Sümerbank ve Etibank gibi kuruluşlar oluşturuldu. Sanayileşmenin yönlendirilmesi için Beş Yıllık Sanayi Planları hazırlandı ve uygulandı.

Bu yoğun ve yıpratıcı çalışmaların sonunda Atatürk’ün sağlığı bozulmaya başlamıştı. Yakalandığı siroz hastalığının belirtileri 1936’da görülmekle birlikte ‘kesin tam 1938 Mart’ında konabildi. Yurtiçinden ve dışından birçok doktorun çabasına karşın hastalık hızla ilerledi. Doktorların karşı koymalarına aldırmayarak çıktığı yurt gezisi hastalığının daha da ilerlemesine yol açarak onu yatağa düşürdü. Tüm çabalara karşın 10 Kasım 1938 Perşembe sabahı saat 9.05’te İstanbul’da Dolmabahçe Sarayı’nda öldü. Cenazesi 19 Kasım’da İstanbul’dan Ankara’ya götürülerek büyük bir törenle Etnoğrafya Müzesi’ndeki geçici kabre kondu. 10 Kasım 1953’te cenazesi törenle, Ankara Rasattepe’de yapılan Anıtkabir’e taşındı.

Gündem Haberleri

'Esad, Rusya'da Güvende'
Suriye'ye dönüşler iki kat arttı
Baas rejimi nedir?
Teğmenlere destek veren savcı açığa alındı
Şiddette sıfır tolerans algısı boşa çıktı