Alev Alatlı: Akıl, Ahlak, Adalet, Adap, Aşk

Safsatayı, paçozluğu, bayalığı sevmezdi. Fakat düşüneni, çalışanı, iddia sahibini severdi. Sizi saran sevgi hâlesini hemen hissederdiniz.

Bu sevgi aurasıdır ki siyasî görüşleri çok farklı insanları bir araya getirir ve onların da birbirini sevmesine katalizör olurdu. Tek kriteri vardı: “Türkiye dendiğinde burnunun direği sızlamalı.”

Onu ilk defa 90’lı yıllarda yüz yüze tanıdık. “Orda Kimse Var mı?” serisine başlamıştı ve ülkücüleri daha yakından tanımak istiyordu. Öncelikle Sancı’nın yazarı Emine Işınsu’yu, sonra da beni. Kalktı, Ankara’ya geldi. O zaman Ankara’da güzel mekânlar vardı, onlardan birinde, adresini isminde taşıyan Budakaltı’nda uzun bir akşam yemeği yedik. Bu başlayıp biten bir sohbet olmadı. Defalarca, belki haftada birkaç kez telefon aracılığıyla devam etti. Derken sıra Schrödinger’in Kedisi’ne ve benim kuantum teoriciliğime geldi.

Alev Alatlı’ya uzun süre danışmanlık yapamazdınız. Çünkü yoğun merakıyla, olağanüstü çalışkanlığı ve okumasıyla pek kısa zamanda konuyu kavrar, alıp götürürdü. Kuantum teorisi derken Azerbaycanlı Türk bilim adamı Askerzade’nin “fuzzy logic”ini ne yapmıştı? İçselleştirmişti. Teorinin Türkçe adını kendi koydu: Saçaklı mantık. Sonra, mekaniğin değil toplumun ve insanın dünyasına uygulanır hâle getirdi saçaklı mantığı. Anlayışça ilkelleşen toplumların “ya siyahtır ya beyaz” mantığına isyandı bu saçaklı mantık. Bir miktar öyleyse, bir miktar da böyle demekti. 

Nasıl bilirdim

Kitaplarını, ödüllerini, söyleşilerini dostları anlatacaklardır. Ben bizzat gözlediklerimi ve öznel değerlendirmelerimi yazacağım. 

Kimliğini sorarsanız Türk’tü. Bu Türklükte saçaklı mantık yoktur. İftihar vardı. Fakat değer saydığı başka mirasları da edinmişti. Asker çocuğuydu. Bu önemliydi. Rumeli göçmeni bir ailedendi. Bu da önemliydi. Vatan kaybetmenin ne demek olduğunu bilen bir kültürdendi. Romanlarındaki Günay Rodoplu’nun Rodopluluğu oradandır. 

Herkesin aşılmaz dediği dağa tırmanacağını söyler ve etrafındakilerin şaşkın bakışları arasında o dağı aşıverirdi. Satmaz denilen “Bizim English” dergisini böyle bir atılışla çıkarmış ve yanılmıyorsam yüzbin tirajlara ulaştırmıştı. Kitapları da benzer “yok satmaz”ları ardında bırakarak yaratılmıştı, Kapadokya Ünversitesi’ni de. Yönettiğim “Türkçe Yazı Atölyesi”nin roman konulu dersine onu misafir konuşmacı olarak davet etmiştim. O olmaz denilen yayın başarılarını gençlere öyle bir övünç ve aşkla aktardı ki… Her birine, “Ben de yapmalıyım. Ben de yazmalıyım. O dağı ben de aşmalıyım.” heyecanını duyurdu. Dersten beklenen de budur değil mi?

Bir sevgi hâlesi

Kapadokya Üniversitesi’nin umdesini, “Akıl, Ahlak, Adalet, Adap” diye belirlemişti. Şimdi sitesine baktım, orada sonuna bir de “Aşk” eklenmiş. Gerçekten aşk olmadan hiçbir şey olmaz, hiçbir şey yaratılmaz. Sitesine mutlaka gidin ve nasihatini, vasiyetini okuyun. 

Birkaç yazımda bahsettiğim, iki ketleme çemberini onda kuvvetle hissederdiniz ve tabii ki kavramı benden iyi anlatırdı. Toplum içinde, ilişkileri içinde, insanı, iki çember sarar. Bunların dışına çıkılmamalıdır. Dışardaki çember hukuk çemberidir. Onun dışına çıkarsanız hukuk sizi cezalandırır. Fakat içerde, daha dar bir ahlak çemberi vardır: Alatlı özetlemişti: “Aslolan, hakkın helal edilmesi olmalıydı. Helalleşmek olmalıydı. Helalleşmek, mahkemede dava kazanmaktan daha üstün olmalıydı. Çünkü, her yasal hak, helâl değildir.” Kanunların her izin verdiği helal değildir!

Safsatayı, paçozluğu, bayalığı sevmezdi. Fakat düşüneni, çalışanı, iddia sahibini severdi. Sizi saran sevgi halesini hemen hissederdiniz. Bu sevgi aurasıdır ki siyasî görüşleri çok farklı insanları bir araya getirir ve onların da birbirini sevmesine katalizör olurdu. Tek kriteri vardı: “Türkiye dendiğinde burnunun direği sızlamalı.” 

Emine Işınsu Roman Ödülü Jürisinde

Emine Işınsu Roman Ödülü jürisindeydi. Genç veya orta yaşlı kalemleri teşvik etmeyi görevi görürdü. Roman Ödülü sırasında üst üste cereyan eden üç anekdotu anlatayım: 

Ödüle 141 roman geldi. Tamamı internette bulutta, bütün jüri üyelerine açıktı. Fakat bizim bir de genç edebiyatçılardan oluşan ön jürimiz vardı ve onlar olağanüstü bir çabayla aday roman sayısını sekize indirmişlerdi. Alev Alatlı’ya telefona durumu ve sekiz romanın adını bildirdim. Sonra da işini daha da kolaylaştırırım diye ağzımdan şöyle bir soru kaçtı: “Ön jüri bu sekiz arasından da üçünü daha çok beğenmiş. Onların adını vereyim mi?” Kesin ve telaşlı bir sesle cevabımı aldım: “Sakın söyleme!” Helal değildi söylemek. 

Nihayet jüri Ülkü Demiray’ın Cümbezin Kızı üzerinde oy birliğine vardı. Alev Hanım sonuç belli olur olmaz, beni beklemeden Ülkü Hanım’a telefon etmiş. Düşünen, kalemiyle, kafasıyla üreten insana duyulan sevgi ve o sevginin verdiği heyecanla! Karşı tarafta da heyecan. Beş- on dakika sonra Ülkü Hanım’ı aradığımda, telefonda ağlıyordu. Ülkü Hanım’ı sonradan tanıdım. Alev Hanım’a mutlaka gidip elini öpmek istiyordu. Romanındaki kahramana benzetiyordu onu: O benim Ninannem! 

Son anekdot, kitabın arka kapağına yazılacak yazı üzerine. Alev Hanım kendi değerlendirmesini yazmıştı. Bir de “Ödüle 141 roman geldi. Bu eser diğerleri arasında öne çıktı.” diye yazsak mı diye sordum. Şiddetle karşı çıktı: “Bu, diğer katılımcıları üzer. Onlar o kadar emek ve zaman vermişler. Kazananı kendi değeriyle yüceltelim. Diğerleriyle kıyaslayarak değil.” 

Her dokunduğunun onu derhal sevmesinin sebebi budur işte. Sevgisi, “helal” anlayışı ve sevdiği insanlara yüreği titreyerek yaklaşması. 

Rahat uyu sevgili dost. 

İskender Öksüz / Milli Düşünce Merkezi

Medya Haberleri

İnsanın üç içgüdüsü
Yoğun İş Hayatında Zamanı Verimli Kullanmanın 8 Pratik Yolu
PAÜ'de Bir Kayıt Skandalı Daha
Sözde Ermeni Soykırımı
Herkes her şeyi biliyor