Türkiye, aylardır Gazze ile yatıp Gazze ile kalkıyor. Daha doğrusu yöneticiler böyle istiyor. Kamuoyunun dikkati Gazze’de yaşananlar üzerine çekilirken diğer taraflarda olanlar pek görülmüyor. Bunun için Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın iki konuşmasına bakmakta fayda var.
Geçtiğimiz 14 Ağustos AKP’nin kuruluş yıl dönümüydü. AKP Genel Başkanı Erdoğan yaptığı konuşmada partisinin geçmişte yaptıklarını anlatarak gelecek için rotasını ortaya koydu. Konuşmasının başında “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” diyerek yola çıktık dedi. Söylediği tartışmasız doğru. Artık “Yeni (!) Türkiye”, “istiklâl ve istikbâl mücadelesi” veriyor!
Erdoğan, “Kimsenin … terörü ve şiddeti övmediği, hakarete varmadığı müddetçe her türlü düşüncenin ifade edildiği, sessiz çoğunluğun hak ve hukukunun sesi çok çıkanlar tarafından gasp edilmediği, bastırılmadığı bir yapıyı ülkemiz genelinde büyük oranda … hâkim kıldık” diyordu. TBMM kürsüsünden teröristbaşına yapılan övgüleri, teröristlere verilen destekleri saymazsak ya da açılım süreçlerini hatırlamazsak, sosyal medya paylaşımları yüzünden tutuklanmaları görmezsek doğru galiba demek de mümkün elbette. Ama dikkati yine başka yöne yoğunlaştırmak da gerekiyor.
AKP Genel Başkanı “Türkiye, AK Parti sayesinde, 23 yılda çok kapsamlı bir dönüşüm yaşadı. Ülkemizdeki değişimle beraber toplum kesimlerinin siyaset kurumundan talepleri de farklılaşmaya başladı … hak ve özgürlükler alanında, kültürde… kamusal alanda, özellikle gençlerimizin kendilerini tanımladığı alt kimliklerde de ciddi bir değişim yaşanıyor. Bunu görüyor ve doğru biçimde okumaya çalışıyoruz.” sözleri dikkat çekici. Özellikle kamusal alan ve alt kimlik ifadeleri birlikte telaffuz edildiğinde doğrudan vatandaşlık ve millî kimlik akla geliyor.
Değişim: kim, niçin ve nasıl?
Erdoğan, bu değişimin temel saikinin “zamanın ruhu” olduğunu ifade ediyor. Ama bu ruh, bilgi teknolojilerindeki değişim ya da dönüşüm değil. Büyük bir hızla üzerimize gelen yapay zekâ hiç değil. Bunu AKP Genel Başkanı’nın “zamanın ruhunun toplumu dönüştürürken, siyasal alanı yeni baştan tanımladığına ve alışılagelmiş siyaset tarzlarını da değişime zorladığına” dair söyledikleri. Değişimin siyasal alanda olacağı açıkça görülüyor. Arkasından gelen, “AK Parti’nin, yeni dönemin ruhunu ıskalaması tabii ki düşünülemez.” cümlesi de değiştirme çabalarının önümüzdeki dönemde artacağını işaret ediyor.
Peki, bu değişim nereye doğru ve nasıl olacak? Bu sorunun cevabı da AKP Genel Başkanı’nın konuşmasında var. “Şunu unutmayın: Biz bu aziz milletin umuduyuz. Biz, bu aziz ümmetin de umuduyuz.” sözleri cevabı veriyor. Öncelikle yönettiği milletin umudu olmak elbette doğru. Ancak bu milletin adının da söylenmesi gerekiyor. Çünkü kamusal alan ve alt kimliklerle tanımlanmayla birlikte düşünüldüğünde şart oluyor. Hem de ümmete umut olma iddiasıyla birlikte söylenince bu bir zorunluluk hâline geliyor.
Ancak gerçek farklı. Çünkü yeni (!) Türkiye’de ümmetle ilişki, bütünle değil sadece küçük bir parçasına indirgendi. Bu ideolojik yaklaşım da halklarının çoğunluğu Müslüman olan devletlerle ilişkilerimizi çok sorunlu duruma soktu. Hâlbuki eski Türkiye’nin gölgesi, bu iddiayı hiç taşımadan ve varlığıyla, ümmeti serinletiyordu. Ama konumuz bu değil. Biz yeni döneme bakmaya çalışıyoruz.
Gemide açılan delikler
Yeni baştan tanımlanacak (!) siyasal alanın ve alışılagelmiş siyaset tarzlarındaki değişimin anahtarları AKP Genel Başkanı’nın konuşmasında var. Hatta konuşmanın kalbi denecek bir bölüm söz konusu.
Erdoğan, “Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı sınamaların yeni bir siyaset diline, yeni bir siyaset tarzına yönelik ihtiyacı had safhaya çıkardığına” işaret ediyor. Bu işaretler dış tehditleri içeriyor. “Terörle mücadele, ailenin korunması, tüm dünyada artan İslam karşıtlığı gibi tehditler, iktidar ve muhalefetiyle daha fazla konuşmamızı, temas ve diyalog hâlinde olmamızı elzem kılıyor.” cümlelerinde görünüyor. (Bu husus “Normalleşme”: Yeni açılım süreci mi? başlıklı yazımla birlikte değerlendirilebilir.)
Bu zorunluluğu perçinleyen ifadeler devamında geliyor: “Millî çıkarlarımızı koruma ve savunma noktasında hep beraber kararlılık göstermemiz gerekiyor. Şunu unutmayalım, hangi siyasi görüşe mensup olursak olalım hepimiz aynı gemideyiz. Gemideki delikleri büyütmenin, hatta siyasi ihtirasların esiri olarak yeni delikler açmanın kimseye faydası olmaz.”
Yukarıdaki cümleler artık gemideki deliklerin kapatılamadığını ortaya koyuyor. Batma tehlikesini ifade ediyor. Bir anlamda artık denize düşmüş ve yüzme bilmeyen birisinin cankurtaran simidi talebi. Aynı zamanda ideolojik bir iflası da anlatıyor. Çünkü bugünkü Türkiye, 21’inci yüzyıldaki, hiç kimseyi dinlemeyen ideolojik siyasetin kaçınılmaz sonucudur.
Gemide var olan delikler için de konuşmaya bakılabilir. Erdoğan konuşmasında: “…insanların kılık kıyafetlerinden, inançlarından, mezheplerinden, etnik kökenlerinden, yaşam tarzlarından dolayı keskin bir ayrışmaya gitmesi, Türkiye’ye husumettir, milletimize açık bir düşmanlıktır. Ezana, bayrağa, camiye, Kur’an’a, cami cemaatine, kutsal değerlerimize saldırmayı aklının ucundan geçirenin gözünün yaşına bakmayız.” demektedir.
Kanaatimce, Türkiye’de bu sözlere katılmayacak bir kişi bile yoktur. Ama benim inandığım gibi yaşayacaksın dayatmasının da dayanılmaz hâle geldiği bir gerçektir. Cami kürsülerinden Türk Milleti’ne hakaretler yağdıran sözde hocaların videoları da bu gerçeği açıkça ortaya koymaktadır.
Ve en önemlisi Türk Milleti’ni bölenler de dini kullanarak ideolojilerini dayatanlardır.
Kafa karıştıran kavram kargaşası
Erdoğan’ın, “Biz … vatan topraklarımızın İslam ve Müslüman karşıtı lümpen ırkçılık illetiyle işgal edilmesine göz yumacak … iktidar değiliz.” sözleri de böyle bir tehlikeyi barındırmaktadır. Türkiye’de ırkçılığın yükseldiğini düşünmüyorum. Ancak kavramların çok karıştığı da bir gerçek. Dolayısıyla değerlendirmeler de iyice karıştı. Bu ifadelerde Müslümanlık karşıtı gösterilen şey ırkçılık olamaz. Irkçılık dine karşı olamaz başka kavimlere, milletlere ya da ırklara karşı gelişir.
Irkçılıktan, ülkemizdeki milyonlarca Suriyeli sığınmacıyla, kaçak -Müslüman- yabancılara karşı olmak kastediliyorsa bu ırkçılık değildir. Vatanımızı ve geleceğimizi savunmaktır. Bu da anayasanın her Türk vatandaşına yüklediği yükümlülüktür.
Suriyeli sığınmacıların yerleştirildiği Hatay’da, Kilis’te Suriyeli Arap nüfusun Türk vatandaşlarına karşı çoğunluğa geçirildiğini söylemek de ırkçılık değildir. Aksine buna izin vermek, gemide onarılamayacak en büyük deliği açmak demektir.
Millî egemenliğe tehdit
AKP Genel Başkanı gemide yeni delikler açılmasın diyor ama bizzat önerdiği çözüm doğrudan gemiyi batıracak büyüklükte. Konuşmasında huzurun, güvenliğin ve refahın yolunun el ele verip gemiyi sahile selamete ulaştırmaktan geçtiğini dile getiriyor. Erdoğan, yeni yasama döneminde böyle bir yaklaşımı hâkim kılacaklarına inandığını, AK Parti ve Cumhur İttifakı olarak uzlaşmacı, yapıcı ve diyaloğa açık tavırlarını sürdüreceklerini vurguluyor.
Erdoğan’ın bu çağrısı aynı zamanda yeni anayasa çalışmasının bir işareti olarak görülmelidir. Bu işareti perçinleyen sözler 15 Ağustos 2024’te Jandarma ve Sahil Güvenlik Akademisi Mezuniyet Töreni’nde yaptığı konuşmada sarf edildi. Cumhurbaşkanı Erdoğan “Türkiye Cumhuriyeti, Türk, Kürt, Arap, Sünni, Alevi ayrımı olmadan 85 milyonun tamamının ortak yurdudur. Bu millet bizim, bu ülke hepimizin” dedi.
Ve ardından ekledi: “Şunu hiçbir zaman unutmayalım; biz, tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet aşkıyla geleceğe yürüyeceğiz.” Ne milletin, ne bayrağın, ne vatanın ve ne de devletin ismi yine söylenmedi.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti ortaklık devleti değildir. Sahibi Türk Milleti’dir. Egemenlik kayıtsız şartsız Türk Milleti’nindir. Türk Milleti de etnik unsurların bileşimi değildir. Her bir vatandaş Türk’tür. Türk’ü, etnik unsurlarla birlikte sayarak devletin ortaklık devleti olduğunu söylemek anayasaya aykırıdır.
Başta iktidarı destekleyen Türk milliyetçileri, Atatürk ve arkadaşlarının kurduğu CHP ve CHP’liler ile -varsa- Türk siyaset yapıcıları bunu çok iyi düşünmelidir!
Hasan Paksoy / Milli Düşünce Merkezi