28 Şubat’ta Kadın Olmak

28 Şubat’ta Kadın Olmak

Demokrasi, halkın kendini yine kendisinin yönetmesi demektir. Halk seçtiklerine karşı güven besler. Bu güveni oluşturan adaletin tam da kendisidir. Adaletin uygulanmadığı, birilerinin ikinci plana itildiği ve başkalarının da öncelendiği durumlarda toplumsal sınıflar oluşur. Birinci sınıf vatandaş ile ikinci sınıf vatandaş algısı yaygınlaşır ve toplumsal düzen derinden yaralanır. Hele bir de bu ayrışmanın merkezine yaşam tarzı ve inanç faktörü koyulduğunda toplumda sürekli bir çatışma üretilir. İşte bu çatışma neticesinde birileri de toplumu kendi isteklerine göre rahatlıkla yönetebileceğini düşünür. Ne yazık ki Türkiye yıllarca bu sıkıntıyı yaşadı. Hukuku hiçe saymayı kendine hak bilen, kendini milletin efendisi olarak gören yönetim anlayışı yıllarca hâkim oldu.

Bugün 28 Şubat. Post-modern darbenin yirmi birinci yıl dönümü. Yani yukarıda bahsettiğim toplumsal kutuplaşmanın zirve yaptığı dönemin sembolik günü. “Hafızayı beşer nisyan ile maluldür” demişler. O yüzden bu tarihi ve “bin yıl sürecek” dedikleri o dönemi hatırlatmakta fayda görüyorum. 

Peki, o günlerde neler yaşandı?

28 Şubat süreci bir “Psikolojik Harekât” idi. Bu dönemde neler olmadı ki? Birçok kişi fişlendi ve çalıştıkları kurumlarda pasifleştirildiler. Özellikle inancı doğrultusunda yaşamak isteyen kadınlar üzerinde büyük bir baskı oluşturuldu. Belki de tarih boyunca kadın figürü hiç bu kadar siyasallaştırılmamıştı. Zira kadın, inancı üzerinden siyasal bir figüre dönüştürüldü ve 28 Şubat’a giden yolun ana hatları kadın üzerinden oluşturuldu. Bunu yaparken de öncelikli olarak medya devreye sokuldu. Medya yoluyla yaptıkları algı operasyonları belki de askeri harekâttan daha etkili bir silah olarak kullanıldı. Başörtüsü “siyasi bir simge”; başörtülü kadınlar “rejim düşmanı” olarak tanımlandı. Kamu kurum ve kuruluşlarında başörtüsü ile girilemiyor; okullarda “ikna odaları” oluşturulup kadınların başörtülerini çıkartmaları isteniyordu. Kısacası cunta, irtica geliyor korkusuyla askeri müdahale yapmayı gerekli kılacak her türlü zemini hazırladı. Üstat Necip Fazıl’ın Sakarya Türküsü’nde: “Öz yurdunda garip, öz vatanında parya!” dediği gibi sürgün edildik. En soğuk Şubat’ı yaşadık. Belki de en çok bu ay üşüdük.

Türkiye'de tahsilli kadınların dindar olma hakkı ellerinden alındı. Bir seçim yapmak zorunda bırakıldılar. O dönemde devlet memuru olarak çalışan ben de ciddi travmalar yaşadım. İnancımız gereği ve hayat tarzımız olan başörtüsü ile çalışmamamız için bir tercihe zorlandık. Bizim tercihimiz şüphesiz başörtümüz oldu. Bundan vazgeçmeyeceğimizi haykırdık. “Bu bir vicdan özgürlüğüdür, bireysel haktır!” dedik. 

Neler yaşamadık ki o günlerde! 

Askeri hastanede yatan hastamızı ziyaret edemedik. En yakın arkadaşımın, Fenerbahçe Ordu Evi’nde gerçekleştirilen düğününe başörtüsü nedeniyle katılamadım. Diyorlardı ki: “Sen öcüsün. Sen tehlikesin. Sen benim istediğim gibi yaşayacaksın ve İslam’ı bu şekilde uygulayacaksın.” Biz kadınlar bu baskıların altında ezilmedik daima dik durduk. Ne benliğimizden ne inanışımızdan ne de değerlerimizden vazgeçtik. İşte bu yüzden; 28 Şubat bir kadın hareketidir.

Maalesef bu dönemde yaşanan siyasi, ekonomik ve özellikle sosyolojik sıkıntıların ülkemize maliyeti çok ağır oldu. Fakat aynı zamanda o dönemde zirve yapan baskılar neticesinde bilinçli bir nesil ayağa kalktı. “Durun kalabalıklar bu cadde çıkmaz sokak” diyerek, Anadolu’yu adım adım gezdiler. İnsanımızın onurunu ve yaşam değerlerini önceleyen bir hareketi başlattılar. 2002 yılından itibaren özgürlük adına önemli adımlar atıldı. AK Parti hükümetlerimiz ile başlatılan bu kutlu mücadelede halkımız adına elde edilen her bir kazanım milletimizi daha da cesaretlendirdi. Fakat her kazanımdan sonra yine de bir şey eksik olarak dillendiriliyordu. O eksiklik elbette kadınımızın elinden ve vicdanından sökülüp alınmak istenen “kadın onuru”ydu. Ne zaman ki siyasallaştırılan kadın ve ona bağlı olarak sembolik hale getirilen başörtüsü serbestliği için uygun zemin oluşturuldu, işte o günden itibaren 28 Şubat’ın bin yıl sürecek denilen izleri silinmeye başlandı.

Demokrasinin, insan haklarının, hukukun üstünlüğünün, hak ve özgürlüklerin kurumsallaşmadığı bir ortamda mesafe almamız mümkün değildir. Bu yüzden iyi işlemeyen mekanizmalar kendi içerisinde daima sorunlar yaratır. Bu sorunlar bazı alanlarda despotizmi doğurur. Maalesef Türkiye yıllarca kronik hale dönüşen darbelerle ağır yaralar aldı. Neredeyse her 10 yılda bir bu ülkede darbe yapıldı. Yaklaşık iki yıl önce yaşadığımız 15 Temmuz darbe girişimi ise, Türkiye’nin demokrasisinin yanı sıra istiklal ve istikbaline karşı kastedilmiş büyük bir kalkışma olarak tarihe geçmiştir. Milletimiz önceki darbelerden farklı olarak buna sessiz kalmamış, sanki o gün yürüyen birer İstiklal Marşı’na dönüşerek darbeyi savuşturmuştur. Bizler geçmiş yıllarda devletin halkın inancına, yaradılışına, kökenine, kılık-kıyafetine, diline, tek tip insan üretmeye kalktığı dönemlerin sıkıntılarını da fazlasıyla görmüş ve yaşamız bir milletiz. İşte o günlerden bu günlere geldiğimizde halkın devlete duyduğu bir güvence olan demokrasi işlevinin gelişmesi, hak ve özgürlüklerin genişletilmesi çabalarının artmasının milletin tanklara karşı mücadelesinde bizi nasıl motive ettiğine şahit olduk. 

Müstakbel darbeleri savuşturmak için haleflerini iyi çözümlememiz lazım. Milli iradeyi, sandığı, milletin tercihlerini hep en üstte tuttuğumuz sürece de vesayet denen kıskacı bir daha bu milletin başına bela etmeyiz. Milletimiz, vesayet güçlerinin bu ülkeye yaptığı akıl dışı saldırıları ve kumpasları asla unutmayacak ve hakkını hiçbir zaman helal etmeyecektir. Geçtiğimiz 15 yıla baktığımız zaman bu dönem de aslında inanın hiç kolay geçmedi. Bu dönemde de milletimize ve milletimizin iradesine karşı müdahalelerde bulunulmak istendi. Ancak milletimiz bundan sonra artık vesayetlere boyun eğmeyeceğini ve iradesinin her daim arkasında duracağını gösterdi. Zorlu süreçlerin zihinlerde ve benliklerde oluşturduğu derin kırıklar bugün birer birer tamir ediliyor. Hak ve hürriyetlerin korunduğu, kadınların her alanda özgüvenle ve benlikleriyle yer aldığı günlere geldik. Ve geleceğe ayrımlar yapılmadan hep birlikte güvenle bakıyoruz.

Dr. Sema Ramazanoğlu

64. Hükümet Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı

AK Parti Denizli Milletvekili

Gündem Haberleri

'Esad, Rusya'da Güvende'
Suriye'ye dönüşler iki kat arttı
Baas rejimi nedir?
Teğmenlere destek veren savcı açığa alındı
Şiddette sıfır tolerans algısı boşa çıktı