Ercan ÖZTÜRK

Ercan ÖZTÜRK

Köşe yazarı
Yazarın Tüm Yazıları >

Zemheri...

A+A-

Ercan ÖZTÜRK yazdı...

Suyun değdiği yerlerden toz yükseliyordu. Toprak, çoktandır hasreti çekilen sevgiliye kavuşmuş, bu mutluluğunu herkese duyurmak istercesine tozunu ve güzel kokusunu yayıyordu etrafa. Günün en sıcak saatleri, toprakla suyun aşk saatleri olmuş gibiydi.

Kahveci Bayram, sabahtan Dalaman Çayı’nın kenarından kestiği kavak dallarıyla kahvehanenin önündeki çardağın üzerini örtmüş, şimdi de yumuşak toprak kokusunu içine çekerek hortumla etrafa su tutuyordu. Çardağın gölgesinde duvara ilişmiş Deli Hoca ile sigarasını sarmakla meşgul Hüseyin Ağa dışında kimse yoktu, iyi giyimli genç bir adam yanlarına geldiğinde.

‘‘İyi günler, hani köylü bu kadar mı?’’

Sigarasını sarmaya devam eden Hüseyin Ağa,

‘’Aleyküm selam hemşerim, öğle arası pek kimse olmaz gavede. Sen kime baktın?’’

‘’Ben Sağlık Ocağına atanan yeni doktorum.’’

‘’Hayırlı olsun Doktor Bey, ben Hüseyin Ağa. Gerçi ağalıktan geriye sadece bu lakap kaldı, sat sat bitirdik yeri yurdu. Gel hele otur şöyle yamacıma… Bayram bak oğlum Doktor Bey ne içer.

Hortumun ucunu kahvenin kenarındaki çiçeklerin içerisine bırakıp, boynundan hiç eksik etmediği havluyla elini kuruladıktan sonra gelmişti Kahveci Bayram.

‘’Doktor Bey hoş geldiniz. Akşamları çok kalabalık olur burası, çoğu zaman boş oyun masası bile bulunmaz. Siz köylünün evine çekildiği zamana denk geldiniz… Ne içersiniz?’’

‘’Soda alayım, varsa tabi.’’

‘’Bizde yok yoktur, kışın salep bile bulunur. Hemen getiriyorum.’’

‘’Adını bağışlar mısın Doktor Bey?’’

‘’Aydın, Hüseyin Amca. Hüseyin Ağa.’’

‘’Memleket neresidir?’’

‘’İzmirliyim.’’

‘’İzmir bambaşkadır, insanları da çok akıllı olur.’’

‘’Gider misiniz arada?’’

‘’Yok hiç gitmedim… Geçen seçim önü bizim köyün gençleri ‘İzmir bambaşkadır insanları da çok akıllı olur’ demişlerdi de oradan aklımda kalmış.’’

Hüseyin Ağa’nın bu sözü gülümsetmişti genç doktoru.

‘’Muhtar buralarda mıdır?’’

‘’Acıpayam’a salı pazarına gitmiştir, gelir birazdan. Her salı hiç üşenmez pazara deniz balığı almaya gider. Hâlbuki çay şurada, balık kaynıyor. Ver gençlerden birinin eline üç-beş kuruş sana tap taze yakalayıp getirsinler. Yok efendim illa tuzlu su balığı olacakmış, sanki turşusunu kuracak da tuzlu su olsun diyor.’’

Hüseyin Ağa’nın yazın sıcağında bile hiç değiştirmediği giyim tarzı vardı. Ayağında körüklü çizmeler, İngiliz poturu, cepkeninde köstekli saati ve arada bir kasketini çıkardığında terini silmek için kullandığı beyaz mendiliyle bir ressama poz vermek için giyinmiş gibiydi. Sardığı sigarasını masanın üzerine bırakmış konuşurken bir taraftan da tepeden tırnağa süzmüştü genç doktoru.

Boyunun bir seksenden daha uzun olduğunu düşündüğü doktorun, kısa kesilmiş saçlarına, traşlı, pürüzsüz yüzüne ve ilk bakışta dikkate çeken sol kulağındaki tek taş küpesine baktı. Yeni yeni adet olmaya başladı erkeklerin de küpe takması diye düşündü. Ama yadırgamadı, çünkü duymuştu çok eskilerden Osmanlı padişahlarından birisinin de küpe taktığını ama hangisi olduğunu hatırlayamadı. Masanın üzerinde sardığı cıgarasına baktığını görünce demişti,

‘’İçersen sana da sarayım.’’

‘’Kullanmıyorum, sizin için de zararlı olduğunu düşünüyorum.’’

‘’Ben elli beş yıldır içiyorum, bir zararını görmedim.’’

Bunu söyledikten sonra öksürük nöbeti gene tutmuştu Hüseyin Ağa’nın. Kendine çok iyi bakmasına rağmen –etrafa öyle söylerdi- son iki-üç yıldır öksürük nöbetlerine tutulur olmuştu. Ama önemli değildi artık, nasılsa doktor gelmişti. Üstelik arkadaş bile olmuşlardı, yarın öbür gün sağlık ocağına yolunu düşürür, doktora görünür, ilaçlarını kullanıp kurtulurdu kör olasıca öksürük nöbetlerinden.

Kahveci Bayram, Doktor Bey’in sodasını ve Hüseyin Ağa’nın sade kahvesini masaya koymuş, birer de peçete bırakmıştı yanlarına. Ne zaman dışarıdan biri gelse bu yol yordam bilirliğini hep gösterirdi. Ekmeğini yıllarca turistik yerlerde garsonluk yaparak kazanmış biriydi Kahveci Bayram. Bilirdi tahsilli insanlarla oturup kalkıp muhabbet etmesini. Ona kalsa köye geri dönmeye hiç niyeti yoktu ama karısı alışamamıştı gurbet

ellerde yaşamaya. Neye alışmıştı ki. Marmaris’te çalışırken ona ‘Gel sana buradakilerin giydiği gibi kısa etek alalım, saçlarını yaptıralım’ dediği zamanlar, ‘Sen beni şehirli garılar gibi yapıcan herhal boşuna uğraşma’ dememiş miydi? Daha geçen akşam kahveyi kapattıktan sonra eve giderken heves edip üşenmeden topladığı çiçekleri karısına götürdüğünde, ‘Yenmez, içilmez, bunları getireceğine yarım kilo lokumla püsküt getirseydin ya’ diyen o değil miydi?

Doktor Bey oturduğu yerden Hüseyin Ağa’nın birkaç metre gerisinde bir şey görmek istercesine tek bir noktaya donuk gözlerle bakan adamı izledi bir süre. Adam onun gelmesine hiç tepki vermemiş, beyaz uzun kollu gömleği, siyah ütülü pantolonu ve tozlanmış siyah ayakkabılarıyla sessizce oturuyordu. Otuzların da ha vardı ha yoktu.

Doktor Bey’in Deli Hoca’yı dikkatlice süzdüğünü fark edince Hüseyin Ağa,

‘’Bizim köylü değil ama bizim köyün delisi.’’

‘’Sizin köyün delisi hep böyle iki dirhem bir çekirdek gibi mi giyinir?’’

‘’Karısının yanına gidip gelmiştir, oraya giderken hep güzel giyinir.’’

‘’Karısı nerede?’’

‘’Hemen şurada, köyün çıkışındaki mezarlıkta!’’

‘’Orada ne yapıyor ki?’’

‘’İlahi doktor mezarlıkta ne yapılır, yatıyor.’’

Öyle ya. Boş bulunup böyle saçma bir soru sorduğu için kendine kızmıştı doktor.

‘’Yavuzca bir karısı vardı’’ diyerek devam etti Hüseyin Ağa kahvesinden bir yudum daha aldıktan sonra. ‘’Kadını başka birine vermişler, o da düğünü tutulduğu akşamına buna kaçtı. Bu ne yaptı, kazada öldürdü kadıncağızı. Ondan sonra da böyle akılsız kaldı… Gerçi bunun bir suçu yok. Kader bu doktor, pazardan alınmıyor ki gidip iyisini alasın. Bunun da böyle yazılmış.’’

Bir anda bu kadar ayrıntılı bilgiyi öğrenen doktor bir şeyler söylemiş olmak için yavaşça Deli Hoca’ya bakarak,

‘’Travma geçirmiş olmalı, ama insanlar atlatırlar zamanla bu tür travmaları.’’

‘’Doktor, bazen insanın akıl başından gider, sonra geri gelir amma velakin akıl baştan zemheri ayında giderse bekle ki geri gelsin. Ben zemheri geçinceye kadar evden dışarı adımımı bile atmam bilenler bilir.’’

Kahveci Bayram, Deli Hoca’ya soğuk bir gazoz açmış kendine de çay doldurup masanın bir kenarına ilişmişti. Bir eliyle masanın üzerinde bulunan okey taşlarını üst üste sıralarken konuşmaya dâhil oldu.

‘’Hüseyin Ağa senin o dediğin kocakarı uydurması. Bilimsel değil yani. Bilimin kabul etmediği şeylere inanmamak lazım! Öyle değil mi Doktor Bey?’’

Doktor Bey cevap vermemiş ama başını hafif aşağıya eğip kaldırarak onaylamıştı Kahveci Bayram’ı.

‘’Üç yıl önce ben bu kahveyi açtığımda tayin olmuştu buraya.’’ Bunu söyledikten sonra boynunu çevirip Deli Hoca’ya baktı, sonra da devam etti.

‘’Sömestre tatilinde.’’

‘’O zaman da zemheriydi.’’

Kahveci Bayram, Hüseyin Ağa’nın sözünü duymamış gibi devam etti.

‘’Bekâr olduğu için gece kahve kapanıncaya kadar otururdu. Millet dağıldıktan sonra kahvenin dış ışıklarını açar, içeridekileri kapatır çay ocağında haşladığım yumurta, patatesi artık Allah ne verdiyse sobanın kenarında beraber yerdik.’’

Doktor Bey, tatlı bir yavaşlıkla, ağzından daha çıkmadan her sözcüğü tartıp en doğru olanını söylemeye çalışan Kahveci Bayram’ı dikkat ve merakla dinliyordu.

‘’Yemeğimizi yerken anlatırdı hep. Çok hoş sohbetti. Gariban büyümüş. Gariban dedimse gerçekten gariban! Ana yok, baba yok, kardeş yok, belki var ama bilen yok. Yetimhanelerde geçmiş çocukluğu. Beni devlet okuttu derdi, şimdi de devlete olan borcumu ödemeye çalışıyorum Bayram abi derdi. Çok akıllıydı, çok okurdu.’’

‘’Nereye gitti gayrı şimdi o okudukları?’’

Hüseyin Ağa’nın bu sözünü de duymazdan gelerek devam etti.

‘’Bak içerideki kitaplığı o yaptırdı.’’

Açık olan pencere camından kitaplığı Doktor Bey’e gösterdikten sonra devam etti.

‘’Oradaki kitapların hepsini de o getirdi koydu zaten. ‘Dünyayı tutan üç temel direk vardır, adalet, sağlık ve eğitim. Bu üç mesleği hakkıyla yerine getirenlere saygı duymak lazım’ derdi. Tabi doğru mu diyordu yoksa uyduruyor muydu hiç bilmiyorum.’’

Doktor Bey bu sefer donuk gözlerle öylesine oturan Deli Hoca’ya acıyarak bakmıştı.

‘’Sohbetlerimizin birinde, Hoca seni köyden evlendirelim dedim. Bak sırım gibi delikanlısın, kimi istersen sana verirler, boy var, pos var, yakışıklılık desen o biçim. Güldü, sonra da, ‘Bayram abi benim bir sevdiceğim var zaten’ dedi. Tamam onunla evlendirelim. Kimse, neredeyse dedim. ‘Ankara’da’ dedi. Gider alır geliriz başkentten gelinimizi dedim. İşte o zaman yüzündeki gülümseme birden bir yerlere gitti ve onun yerine kasvet geldi oturdu güzel yüzüne. ‘Zengin birine verdiler’ dedi. Senin sevdiğin kadını nasıl başkasına verirler, yıkarız dünyayı başlarına dedim. Ben böyle söyleyince gözünden yaşlar hızlıca dökülüverdi… Uzun uzun ağladı. Ağlayınca rahatlar diye epeyce bir süre hiç ses etmeden bekledim. Sonra da Hoca’ya moral verici laflar söyleyerek evine göndermiş, ben de eve gitmiştim. Bu konuşmalarımızdan tam olarak ne kadar sonra olduğunu hatırlamıyorum ama iğdelerin yeni çiçeklerini açmaya başladığı zamandı. ‘Hoca düğünden gelin kaçırmış’ dediler… Düğünden kız kaçıranı duymuştum da, gelin kaçıranı hiç duymamıştım… Sorup öğreneceğiz aslı var mı yok mu diye ama Hoca ortalıklarda görünmüyor. Ama ben tahmin ettim. Allah var ya bu dedim kafayı çalıştırdı, arkasından yıllarca gözyaşı dökeceğime kaçırır gelirim sevgilimi dedi, demek ki diye düşündüm. Ama yanlış düşünmüşüm, kadın Hoca’ya kaçıp gelmiş…’’

Doktor Bey, Kahveci Bayram’ı dinlerken bir taraftan da anlatılanların kendisiyle hiç alakası yokmuş gibi tepkisizce oturan Deli Hoca’yı izlemişti.

‘’Gelinliğinle kaçmış gelmiş. Kollarında katar katar altın bilezikler varmış’’ dedi Hüseyin Ağa.

‘’Bok yemiş onu söyleyen deyus. Kusura bakma Doktor Bey küfürbaz biri değilimdir ama bazen yeri geliveriyor. Katar katar bilezikle gelmiş olsa Hoca arabayı niye banka kredisi ile aldı o zaman?

‘’Valla ben söyleyenlerin yalancısıyım.’’

‘’Doktor Bey, siz bilmezsiniz köy yerinde insanlar bazen karnından konuşur. Muhtar anlattı bana, kuaförden kaçmış. Saçları yapılıkmış. ‘Üzerinde kalın bir pardüsü vardı’ dedi. Gelinlik olsa görürdü herhalde muhtar. Neyse o kısma daha var. Ne diyordum? Tamam aklıma geldi. Kadın bizim hocayı arayıp ‘Sana geliyorum, Kuşadası’na giden otobüse bindim gece yarısı iki gibi Denizli’de olacakmış, gel beni garajdan al’ demiş. Bunun üzerine Hoca muhtarı bulmuş durumu anlatıp ‘Sizin arabayla almaya gitsek olur mu?’ demiş. Muhtar sever hocayı, kendinin hiç çocuğu olmadığı için hep kendi evladı gibi görürdü. Gerçi Ayşe Yenge daha çok sever, o da muhtarın hanımı. ‘Allah yıllar sonra hazır evlat vermişti, onun da aklını alıverdi’ der hep. Kıyafetlerini Ayşe Yenge yıkar ütüler, muhtarın da böyledir kıyafetleri hep jilet gibi ütülü, tertemiz.’’

‘’Ayşe gelin çok maharetlidir. O olmasa bizim muhtar, muhtar bile olamazdı’’ dedi Hüseyin Ağa.

‘’Ayşe Yenge, evin önündeki iğde ağacının çiçek açanlarından hızlıca bir demet yapıp Hoca’nın eline tutuşturmuş. İnsanın kanını kaynatır kokusu, bilir misiniz bilmem. ‘İnsan sevdiceğini eli boş mu karşılar? Al bunu, gelinimiz otobüsten inince verirsin’ demiş… Doktor Bey ilginizi çekmediyse anlatmayı bırakayım.

‘’Lütfen Bayram Bey, bilakis çok ilgimi çekti. Üstelik anlatım tarzınız çok güzel.’’

Doktorun iltifatı hoşuna gitmişti Kahveci Bayram’ın.

‘’Bizim muhtarın arkadaşı var, Alcı Köyü’nde. Arif, Hacı Arif! Alcı Köyü dedimse, bu yoldan direkt gittin mi on kilometre ötede. Öğrenirsin zamanla Doktor Bey, oranın hastaları da senin sağlık ocağına gelir. Sabaha karşı uyandırmış muhtar, Hacı Arif’i. ‘Sana iki tane Tanrı misafiri getirdim’ demiş. ‘Burada olduklarını kimse bilmeyecek’ demiş. Tedbirli adamdır bizim muhtar. Sonra da ‘Günde kaç ekmek alıyorsan gene aynı sayıda alacaksın, esnafı kuşkulandırmayacaksın, ben gönderirim bunların katığını sana’ demiş. Sonra da Hoca ile Ankaralı geline, ‘benden haber gelmeden bu evin bahçesine bile çıkmayacaksınız,’ diye sıkıca tembihlemiş.’’

‘’Ayşe gelin vermiştir muhtara o aklı.’’

‘’Bununla da yetinmeyip, Alcı Köyü’nün muhtarını bulmuş. Rahmetli Salih Abi. O da geçen seçimlerde gene kazanmıştı muhtarlığı. Pazar günü seçimi kazanmış, salı mazbatasını almış, çarşamba günü de vefat etmişti. Allah rahmet eylesin. Onun yerine birinci aza olan Kürt Enver’ e verdiler muhtarlığı. İyi adamdır o da. Neyse bizim muhtar Salih abiyi de konudan haberdar edip ‘aman ha ağzını sıkı tut’ diye onu da tembihlemiş.’’

Çayını karıştırıp, demine bakıyormuş gibi bardağını kaldırdı Kahveci Bayram. Bir yudum içtikten sonra devam etti.

‘’Bir sabah muhtarlığın önünden bana seslendi, ’Bayram hemen bir çay al gel’ diye. Yalnızken içmez bizim muhtar çay-kahve, misafiri geldiği zamanlar söyler. Ben de hayırdır var bir şey ama dur bakalım dedim.’’

‘Bayram, kahvehaneye dışarıdan bizim tanımadığımız insanlardan gelen olursa ilk işin çaktırmadan bana haber uçurmak oluyor anlaştık mı?’ dedi, muhtar.

‘’Tabii ben hemen anladım. Misafirimiz Ankara’dan mı geldi? dedim. Güldü de, ‘Yakıştılar be Bayram’ dedi… Nasıl sevindim anlatamam. Okul müdürüne söylemiş, yetinmeyip ilçe müdürüne de söylemiş. İdare edin demiş. Zaten hemen evraklarını hazırlayıp iki gün içinde kıymış bunların nikâhlarını bizim muhtar. Hacı Arif’le, eşi Fatma Yenge de şahit olmuşlar.’’

‘’Şimdi nikâh kıyamıyormuş muhtarlar, yasayı değiştirmişler’’ dedi Hüseyin Ağa.

‘’Bu olaylardan bir ay sonra gibi, ben kahvenin içinden masaları, sandalyeleri dışarıya çıkarıyordum.’’

Kahvehanenin yirmi-otuz metre ötesindeki ana yolu göstererek.

‘’Baktım, bunlar el ele tutuşmuşlar gülerek şuradan yanıma doğru geliyorlar. Beyaz bir elbise vardı bizim Ankaralı gelinin üzerinde, beyaz dedimse düz beyaz değil, üzerinde nazar bocuğu gibi mavi mavi noktaları olan beyaz bir elbise. Yürüyüşündeki endam ürkek bir ceylanın yürüyüşündeki narinliği andırıyordu. Başında da papatyalardan örülmüş taç… Doktor Bey, Hüseyin Ağa bilir benim gençliğim sahillerde geçti. Çok güzel kızlar gördüm. Rus kızlarını, Avrupalı kızları, ondan sonra çık yukarıya İsveç, Norveç ülkelerinin güzel kızlarını. Ama sana yemin ediyorum bizim Ankaralı gelin kadar güzel olanını hiç görmedim.’’

‘’Televizyonlarda bile görmedim ben de, onun kadar güzelini’’ dedi Hüseyin Ağa.

‘’Bir saçları vardı altın sarısı, beline kadar uzanıyor.’’

‘’Sakız gibi.’’

‘’Nasıl dedin Hüseyin Ağa?’’

‘’Yengen demişti de ‘Bizim Ankaralı gelinin saçları ne kadar güzel öyle sakız gibi’ diye, oradan aklımda kalmış.’’

‘’Eğildi elimi öptü. Gül yaprağı gibi hafifçe elleri. Damarlarının hepsi görünüyor, takip et hangi damar nereye gidiyor hiç karıştırmazsın. Sesi desen ney sesi gibi tatlıca! ‘Hoca’ dedim, ‘Turnayı gözünden vurmuşsun.’ Ben öyle söyleyince Ankaralı gelin yazık gülümsedi de incecik boynunu büküverdi mahcubiyetinden.’’

‘’Ula Bayram, sen sahillerde mi öğrendin böyle güzel güzel laflar etmesini.’’

‘’Okuyorum Hüseyin Ağa, bak Deli Hoca’ya bir faydası yok ama adam oraya kitaplık yaptı. Sen de al oku. Okumanın yaşı mı var? Onlar süs diye durmuyor ki orada.’’

‘’Bayram Bey, zahmet olmazsa bir de çay rica etsem, unutma ama kaldığın yeri’’ dedi doktor.

Kahveci Bayram, ilk önce Deli Hoca’nın çayını verdikten sonra diğer çayları masaya bırakıp az önce oturduğu yere ilişti gene.

‘’Hiç konuşmaz, verirsen içer, vermezsen içmez.’’

‘’Sadece Ayşe gelinle konuşurmuş.’’

‘’Dur Hüseyin Ağa, oraya var daha… Korktuğumuz başımıza gelmedi. Arkasından arayan soran olmadı. Gerçi muhtar aramış konuşmuş ailesiyle. ‘Hiç merak etmeyin, kızınız emin ellerde ve mutlu’ demiş. ‘Biz sildik onu demişler, yok artık öyle bir kızımız’ demişler. Muhtar da bizimkilere ‘siz hiç dert etmeyin biraz zaman geçsin yumuşarlar, zaman her şeyin ilacıdır’ demiş.’’

‘’Düğün yapıp masraf etmeyelim demiş Ankaralı gelin, dediler.’’

‘’Şimdi oraya geldik Hüseyin Ağa… Araba aldı Hoca, araba dedimse ikinci el… Biraz birikmişi varmış. Ankaralı gelin, ‘Nasılsa benim kimim kimsem yok senin de öyle, düğün yaparsak bu parada biter, araba alalım bu parayla beni gezdirirsin’ demiş.’’

‘’Akıllı kadınmış’’ dedi Hüseyin Ağa.

‘’Hoca fırsatını buldu mu arabayla gezdirirdi. Hafta sonları köyde göremezdik mutlaka bir yerlere gitmiş olurlardı. Hafta içi ise okula bile el ele tutuşarak giderlerdi. Beklermiş hocayı okulda dersleri bitinceye kadar. Zaten ben ne zaman bunları görsem el ele tutuşmuş olarak görürdüm.’’

Bu arada Doktor Bey, Deli Hoca’ya tekrar bakınca görmüştü, o donuk yüz ifadesindeki derin acıyı. Kendisini sandalyeye çivilenip kalmış gibi hissetti bir an. Onu üzüntüye sevk eden şeyin Deli Hoca’nın başına gelenler mi, yoksa Kahveci Bayram’ın anlatımı mı bu kadar etkilemişti bilemedi.

‘’Kahvedeydim kazayı duyduğumda. Pek kimsede yoktu zaten. Soğuk olunca çıkmaz millet evden dışarıya.’’

‘’Zemheride çıkıp da başına iş mi bulsun?’’

‘’Acıpayam’dan geliyorlarmış. Buraya gelirken belki dikkat etmişsinizdir yolun ormanın içinden geçen virajlı kısımları var.’’

Doktor Bey’in bir şey söylemesine fırsat vermeden devam etti Kahveci Bayram.

‘’Alcı’da orman deposu vardır, oradan maden direği sarmışta onu götürüyormuş kamyon. Şoförü de yolun yabancısı, kaydırmış kamyonu bizimkilerin üzerine.’’

‘’Sen vardığında Hoca daha kaza yerindeymiş dediler.’’

Kahveci Bayram, ne zamandan beri parmaklarının arasında oynayıp durduğu sigarasını gömleğinin cebinden çıkardığı çakmak ile yakıp, derin bir nefes çektikten sonra gamlı bir ifade ile,

‘’Hoca çam ağacının dibine çömelmiş başını da ellerinin arasına almış sessizce duruyordu. Üzerinde kanlı atletiyle kilodu vardı sadece… Üşümediğini görünce anlamıştım delirdiğini… Ne o zaman ne de ondan

sonra hiç konuştuğunu duymadım. Ayşe Yenge dışında duyan da yok zaten.’’

‘’Ankaralı gelini hastaneye götürmüş hemen ambulans dediler.’’

‘’Aynı gün hastaneden aldık geldik ya Hüseyin Ağa cenazesini.’’

Doktor tüm bu acıları kendisi yaşamış gibi, acıları yaşayan Deli Hoca’ ya bakmıştı. Deli Hoca’ nın sağ kolunun üzerine güneş vuruyordu ama onun bu durumdan rahatsız olmadığı belliydi.

‘’Mezar yerini kazma kürekle açamadılar. Toprak bildiğin beton’’ dedi Hüseyin Ağa doktora.

‘’Şurada aşağıda baraj yapılıyor. Başlarında genç bir mühendis var, Eskişehir’ li. Sağ olsun o iş makinası gönderdi de mezar yerini ancak öylesi açabildik… Muhtar aramış Ankara’ya ailesine haber vermiş. ‘Bizim için o, geçen yıl öldü zaten’ demişler… Sonra da muhtar, bizim hocayı tedavi olsun diye Manisa’ ya akıl hastanesine bıraktı geldi.’’

‘’Her zemheride muhtar bunu alır Mazhar Osman’ a bırakır, zemheri çıkınca da alır gelir.’’ (Köylü, Mazhar Osman’ı Manisa’ da ki akıl hastanesi için kullanır. İstanbul’da ki değil.)

‘’Kaç kış geçti de her zemheride diyorsun Hüseyin Ağa?’’

‘’Kaza olduğunda zemheri değil miydi Bayram? Eee bu zemheride de bırakıp, zemheri çıkınca alıp gelmedi mi? Doktor bey, zaten kendisi söylüyormuş Ayşe geline, ‘muhtar beni götürsün bir ay dinlenip geleyim’ diye.’’

‘’Hemen hemen her gün mezarlığa gider’’ dedi Kahveci Bayram.

Merak etmişti Doktor Bey,

‘’Mezarlıkta ne yapıyor bilen var mı?’’

‘’Ayşe Yenge’ ye anlatırmış. Ayşe Yenge muhtara, o da bize anlatır. Yazık Ayşe Yenge hem ağlar hem de dinlermiş… Sohbet ediyorlarmış mezarlıkta.’’

‘’Dur bir dakika Bayram Bey, kim kiminle sohbet ediyormuş?’’ dedi şaşırarak Doktor Bey.

‘’Bizim hoca, mezarlığa vardığında Ankaralı gelin de çıkarmış kabrinden. Hoca’ ya, ‘Ayşe Yenge olmasa gözüm arkada kalırdı ama o bakar sana’ dermiş.’ Hep böyle güzel giyin gel olur mu?’ dermiş. ‘Beyaz gömlek sana çok yakışıyor bana geldiğinde üzerinde hep beyaz gömleğin olsun’ dermiş. Hocanın göğsünün üzerine uzanır, ‘Altın sarısı saçlarımı okşa hadi uzun uzun’ dermiş.’’

Duyduklarına inanamayan doktor, güneşin altında kalmış Deli Hoca’ ya tekrar baktığında, beyaz gömleğinin üzerinde altın gibi parlayan birkaç saç telini görür gibi oldu ve irkilip hocanın yüzüne baktığında, Deli Hoca’nın ona gülümsemesini.

Bu yazı toplam 4275 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
5 Yorum