Yakup Efendi
Ercan ÖZTÜRK Yazdı...
Bölgenin iki yakışıklısı Ege ile Akdeniz’in, yüz yıllardır paylaşamadığı güzeller güzeli Dalaman Çayı, Gireniz Vadisi boyunca nazlı bir gelin gibi süzülmekteydi. Birbiri sıra aralarında beş-on kilometre mesafe olan köyler de sanki gelinliğindeki işlemeler gibi durmaktaydı. Dalaman Çayı her iki sevgilinin de hatırı kalmasın diye kıvrılarak biraz Akdeniz’in, sonra da ihmal ettiğini düşündüğü Ege’nin koynuna girip, günler geceler boyu âşıkları ile gönlünü eğledikten sonra Akdeniz’e dökülürdü. Yazları nazlı olurdu Dalaman Çayı. Kışları ise yağan yağmurlardan hırçınlaşır kabarır taşar, âşıklarından kopardığı parçaları denize kadar sürükleyip onlardan ayırırdı.
Üç yıldır, elektrik mühendisi Yıldırım ve ekibi bu güzeller güzelinin zarif boynuna en değerli gerdanlığı takmakla meşguldüler. Baraj yapıyorlardı. Dalaman Çayının hırçınlığını engelleyecek, güzelliğine paha biçilemez değerler katacak bir baraj.
Mühendis Yıldırım cebinden çıkardığı sigaranın ucunu henüz bitmekte olan sigarasıyla yaktı. Kafası yanıyor, sinirleri migren ağrıları tuttuğu zamanlar gibi şakaklarında tepiniyorlardı. Kızılçam ağacına yaslanarak çıkardığı tişörtü ile terini silerken, “Bunu nasıl yapabildi?” diye söylendi. Belki kendisi bir yerde hata yapmış olmalıydı, ama nerede? Daha iki gün önce Yakup Efendi’yle konuştuklarının hepsi aklındaydı oysaki.
Zamanı burada durdurup iki gün önce neler yaşandığına bir bakalım.
Güneş, Sandras dağının arkasına tüm kızıllığı ile saklanmak üzereyken, meltem bunaltıcı havayı biraz olsun serinletmişti. Mühendis Yıldırım, ormanın içerisindeki prefabrik evin kamelyasına oturmuş, elinde vanilya kokan piposuyla kitabını okumaktaydı. Baraj inşaatında çalışan işçiler hafta sonu tatili için köylerine gitmiş, şantiye sahasında o ve onun ayak işlerini gören Yakup Efendi dışında kimse kalmamıştı. İnsanın kulaklarını tırmalayan sesleriyle ağustos böcekleri şarkılarını söylüyor, yüzlercesi bir arada öterken büyük bir orkestra konser veriyor gibiydi. Mühendis Yıldırım okuma gözlüğünün üzerinden, ağustos böceklerini görme ümidiyle ağaçların dallarına baktı. Ama onları görememenin verdiği hayal kırıklığı ile Yakup Efendi’ye döndü.
“Sen görebiliyor musun?”
“Bunların ilacı oluyormuş Beyim. Söyleyin Ali Mühendis’e, Denizli’den gelirken alsın gelsin. Benim ilaç motoruyla zehir atayım gürültücü namussuzlara.”
“Yakup Efendi, ağustos böceklerinin şarkılarından rahatsız olmaya hakkımız yok. Çünkü biz onların yaşam alanlarına girmiş durumdayız.”
“Öldürmeyelim de cırtlak seslerine katlanalım mı yani?”
Mühendis elindeki kitabı, bir köşesinde yeni koparılmış papatyaların olduğu küçük ahşap masanın üzerine bıraktı. Yakup Efendi’ye yanına gelip boş olan sandalyeye oturması için eliyle işaret etti. Sırtını yasladığı ağacın dibinde, eline aldığı dalı soymakla meşgul olan Yakup Efendi, çakı bıçağını katlayıp kot pantolonunun arka cebine soktuktan sonra gönülsüz adımlarla gelip boş olan sandalyeye oturdu. Solmuş şapkası, esmerleşmiş yüzü, babasından miras sert bakışları ve çelimsiz vücuduyla sadece güldüğü zamanlar görünen bembeyaz dişleri vardı.
“Yakup Efendi, ben her canlının dünyaya bir geliş misyonu olduğuna inananlardanım. Kimi yeni dünyalar keşfetmek için, kimi avlanmak, kimi av olmak, kimi savaşmak, kimi de barışı sağlamak için gelmiştir. Yani kısacası her canlı doğanın dengesini sağlamak için vardır. Sanırım bunların misyonu da aşk şarkıları mırıldanmak… İnanmayacaksın belki ama bazen onları dinlerken imrendiğim bile oluyor. Hayatlarını kazanmak için yıllarca çabalamak zorunda değiller. Kısacık ömürlerini aşk ile geçirip, ayrılık acısı çekmeden ölüp gidiyorlar.”
Yakup Efendi oturduğu sandalyesinde ellerini dizlerinin üzerine koymuş dikkatlice Mühendis Yıldırım’ın ağzının içine bakıyordu.
“Zaten La Fontaine yeterince haksızlık etmiş, bırakalım da üç günlük ömürlerinde rahatça şarkılarını söylesinler.”
Bunu söyledikten sonra muzipçe baktı Yakup Efendi’nin yüzüne.
“Siz bilirsiniz Beyim ama ben gene de zehirleyelim derim namussuzları.”
Aksiliği üzerindeydi bugün Yakup Efendi’nin. Bunun nedeni Mühendis Yıldırım’ın kendisi dışında herkese pazar izni vermiş olmasıydı. Mühendis eskisi gibi bir yerlere gitmediği için, Yakup Efendi de mobiletle on beş dakikada vardığı evine, Fadime’sine gidemez olmuştu.
Okuma gözlüğünü çıkarıp masanın üzerine koyan Mühendis Yıldırım:
“Bak şimdi sana yıllar önce okuduğum bir haberi anlatacağım… Berlin’de şehrin içerisinde yılan görmüşler. Almanya’da yani!”
“Burada da var ya Beyim bir sürü o namussuzlardan.”
“Burası asıl onların da yaşam alanı tıpkı ağustos böcekleri gibi, ama bakma biz gelip işgal ettik. Dikkatli dinle şimdi, bölme konuşmamı… Şehrin içerisinde yılanın ne kaçabileceği ne de saklanabileceği bir yer var.
Yılanı görenler hemen yetkilileri aramışlar. Kimse artık yetkililer. Yetkililer gelmiş yılanı yakalayıp torba gibi bir şeyin içerisine koymuşlar.”
“Nasıl yakaladıkları belli mi?”
“Konu o değil Yakup Efendi, dinler misin? Sonra demişler bunu şehrin dışındaki ormanlık alana bırakalım.”
“Öldürmemişler mi?”
“Yok öldürmemişler, onlar öldürmeye senin kadar meraklı değillermiş.”
“Kusura bakma Beyim. Sonra?”
“O ekipte yılanlar konusunda uzman biri varmış. Yılanın cinsini söyleyip, Almanya’da bu tür yılanların olmadığını, bunların yaşam alanlarının Bulgaristan dağları olduğunu söylemiş. Yılanın oradan buraya kadar ancak o dağ yollarında mola vermiş bir aracın altına yanlışlıkla sığınıp gelebileceğini söylemiş. Lafın kısası yetkililer gerekli ödeneği çıkartıp yılanı binlerce kilometre uzaklıktaki Bulgaristan dağlarına götürüp serbest bırakmışlar. Demek ki neymiş Yakup Efendi, nasıl ki etrafımızdaki insanlara karşı saygılı davranıyorsak diğer canlılara da aynı saygıyı göstermemiz gerekiyormuş.”
“Çok benzin yakmıştır Beyim onlar, insan yılanla mı uğraşır? Bu Almanlarda da hiç akıl yokmuş.”
“Akıl olmadığı için bizden yüz yıl öndeler ya.”
Mühendis’i kızdırdığının farkına varmıştı Yakup Efendi, durumu telafi etmek ister gibi:
“Beyim bakma sen benim cahilliğime. Ben ilkokulda çok çalışkan bir öğrenciydim. Derslerim hep pekiyi idi. İlkokulu bitirince babama dedim, ben okumak istiyorum. O zaman bizim köyde ortaokul yok. Gölcük Köyü’nde var. Uzak orası, dedi rahmetli babam. Ben bisikletle gider gelirim dedim. Rahmetli anacığım olmasa, beni okula bile götürmeyecekti. Uzun boylu esmerce bir müdürü vardı o zamanlar. Müdürün odasına girince rahmetlinin ilk lafı, Müdür bey benim sülalemde okuyan yok ama bu velet ille de tutturdu okuyacağım diye, ben de aldım geldim dedi. Hiç unutmam, müdür babama çocuklarımızı okutmamız, hele kız çocuklarımız varsa onları da mutlaka okutmamız gerektiğini anlattı. Rahmetli, Müdür beyin her söylediğine “Haklısınız Müdür bey” diyordu. Sonra kayıt için lazım olan belgeleri söyleyip uğurlarken bana seslendi Müdür bey. “Yakup, kayıt için neler getireceksin söyle bakalım.” Ben hemen söyledim tabi. Nüfus cüzdanı, ilkokul diploması, vesikalık fotoğraf… Müdür bey babama dönüp, okur bu
çocuk okur demişti. Rahmetli, “Kim bili ya” diye cevap vermişti… Benim ortaokul macerasının tamamı bu kadar.”
“Kayıt yaptırmaya gitmediniz mi?”
“Nerde Beyim, okullar açıldığında yaptırırız demişti rahmetli babam. Okullar açıldığında biz Aydın Ovası’nda pamuk topluyorduk… Bir ay hiç konuşmadım ama babamla.”
“Babaların günahlarını çocukları çekermiş Yakup Efendi.”
“Yok Beyim, öyle şey mi olur, herkesin günahı kendi boynunadır. Nasip değilmiş diyelim.”
“Hadi öyle diyelim… Sen şimdi getir bakalım benim dostlarımı.”
Günün son saatleri Mühendis Yıldırım’ın rakı içme saatleri olurdu. Bu dağ başından onu alıp Elfida’lı güzel günlere götüren tek şey içkiydi. İki kadehten fazla içmezdi, ama bu çok içemediğinden değildi. Tüm hayatını verebileceği kadın tarafından terk edildiği zamandan bu yana fazla içerse kendini tutamıyor ağlamaya başlıyordu Mühendis. Ayrılıklarının üzerinden çok zaman geçmesine rağmen Mühendis’in Elfida özlemi hiç bitmemişti.
Yakup Efendi masayı hazırladıktan sonra.
“Başka istediğiniz bir şey var mı?”
“Sana da koyuyorum bir kadeh birlikte içeriz.”
Bu teklifi Yakup Efendi’ye iki yıldır yanında çalışmasına rağmen ilk kez yapmıştı.
“Ben içki içmem Beyim.”
Günah diye içki içmezdi Yakup Efendi. Ama öbür taraftan Mühendis ile içerse arkadaşlarına hava atabileceğini düşündü. Ben Mühendis Yıldırım ile içki içmiş adamım diye. Bunları aklından geçirirken bir daha teklifte bulunursa içeyim diye düşündü. Nasılsa üstelediği için günahı mühendisin boynunaydı. Ama Mühendis üstelemek yerine kadehlerin ikisini de rakı koymuş üstlerine de maden suyu ilave etmişti.
“Hadi bakalım, gelecek güzel günlere. Varsa tabi öyle günler.”
“Öyle olsun Beyim.”
Kadehi bir dikişte bitirdikten sonra yüzünü ekşiten Yakup Efendi, elinin üstü ile ağzını sildikten sonra:
“Beyim bazen düşündüğüm oluyor. Ben çok düşünürüm. Hani rahmetli müsaade etse okusaymışım ben de elektrik mühendisi olurmuşum herhalde. Sizin gibi, Ali Mühendis gibi! Gerçi Ali Mühendis’i pek sevmem ama.”
Buruk bir tebessüm belirdi Mühendis’in yüzünde.
“Ali Mühendisi niye sevmiyorsun ki?”
“Geçen ay siz Eskişehir’e kızınızı görmeye gittiğinizde, Ali Mühendis’in yanına Denizli’den büyük patronlar gelmişti.”
“Haberim var.”
“Ali Mühendis onlarla konuşurken duydum, sizin için ‘Kendini öldürmeye çalışıyor, içkiyle sigarayla’ dedi. Kızdım ama bana bir şey demek düşmezdi.”
“Benim yüzüme karşı da söyler hep, bunun için onu sevmemene gerek yok. Ali haklı. Bakarsın bir gün bırakırım ikisini de Yakup Efendi, ya da onlar beni.”
Konunun birden kendine yönelmesinden rahatsız olan mühendis hem konu değişsin hem de Yakup Efendi’nin keyfi yerine gelsin diye:
“Yakup Efendi kusura bakma artık bu pazar da alıkoydum. Yarın Ali gelsin öbür gün izin veririm gidersin üç-dört günlüğüne Fadime’nin yanına. O nasıl, iyi mi?”
“İyidir Beyim… Fadimem bazen nazlı olur, bazen de hırçın.”
“Dalaman Çayı gibi”
Yakup Efendi Mühendisin bu söylediğini önemsemeden devam etti.
“Ama ben onun her iki halini de çok severim. Benim laflarım çok hoşuna gider, güler hep beni dinlerken.”
Yakup Efendi’nin hiç dilinden düşürmediği Fadime’sine olan aşkını sadece Mühendis Yıldırım değil, şantiyede çalışan herkes biliyordu. Fadime’yi tanımıyordu Mühendis, ama onca yıldır evli olmalarına rağmen Yakup Efendi’nin karısına hala böylesine tutkuyla bağlı olmasını takdirle karşılıyordu.
Yakup Efendi birkaç kez yutkunduktan sonra devam etti.
“Beyim hani diyorum bana Salı günü izin verecek oldunuz ya. Siz de şehre gidecek olursanız, geçerken bize uğrasanız, Fadimemle tanışsanız.
Fadimeme, benim onu ne kadar çok sevdiğimi, sürekli onu andığımı ve benimle ilgili güzel şeyler söyleseniz. Ne bileyim işte siz akıllı adamsınız benden çok daha iyi bilirsiniz güzel laflar etmesini.”
“Gelmesine gelirim, seni de çok överim ama buna niye ihtiyaç duyduğunu anlayamadım. Fadime biliyor olmalı onu ne kadar çok sevdiğini.”
“Kim bili ya.”
“Bak Yakup Efendi, sana yardımcı olmak isterim ama kadınlar konusunda iyi değilimdir. Ben hayatıma giren bütün kadınları kaybetmiş birisiyim… Beni terk ettiler yani.”
Mühendis altı yıl önce kaybettiği eşi ve üç yıl öncesine kadar büyük aşk yaşadığı Elfida’nın yanına, kendisini terk eden kadınlar kervanına daha geçen ay kavgalı ayrıldıkları kızını da dâhil etmişti. Kızı onu kendisinden uzakta bir yerde çalıştığı için suçlamış, hep sorumluluktan kaçan biri olduğunu söylemişti. Mühendis ise kızının bu agresif tavrının ergenlik dönemini henüz atlatamadığına yormuştu ama canı da çok sıkılmıştı.
Şaşıran Yakup Efendi:
“Essah mı diyon Beyim?”
Aklı okuduğu romanda kalan Mühendis geç kavramıştı, Yakup Efendi’nin Fadime ile ilgili bir sorunu olabileceğini. Durumu telafi etmek istercesine:
“Kadınlar konusunda iyi değilimdir dedim ama bu tecrübesiz olduğum anlamına gelmez. Nedir problem anlat istersen.”
Şapkasını çıkarıp avucunun içinde ezen Yakup Efendi tedirgindi. Anlatıp anlatmamak konusunda kafasında bir fikre varamadığı belliydi.
Mühendis Yıldırım:
“Sen anlat, sonra da ben anlatacağım, ama konuştuklarımız aramızda kalacak anlaştık mı?” dedi. Bunu Yakup Efendi’yi cesaretlendirmek için söylemişti. Yoksa kendi özelini başkalarıyla paylaşan biri değildi Mühendis.
“Anlaştık Beyim… Aramızda kalacak. Böylesi daha iyi olur.”
İçkisini gene bir dikişte bitiren Yakup Efendi:
“Duvarı nem, insanı gam çürütür derdi rahmetli babam. İnsan büyük bir derdi oldu mu güvendiği biriyle paylaşmalı, öyle değil mi Beyim?”
Mühendis başıyla onaylayıp Yakup Efendi’nin ağzından çıkacakları dikkat kesilmiş bekliyordu. Bir müddet sessizce Mühendis’e baktıktan sonra boynunu büküp de söyledi:
“Fadimem beni aldatıyor.”
Sandalyesinden Yakup Efendi’ye doğru eğilen Mühendis hayret dolu ifadeyle, ‘Kiminle?’ dedi, sanki herkesi tanıyormuş gibi.
Gür kaşlarını alt kirpiklerine kadar eğerek çatan Yakup Efendi:
“Sarıların İsmail namussuzuyla!”
Mühendise şaka gibi gelmişti ama Yakup Efendi’nin hiç şaka yapıyormuş gibi bir hali yoktu. Dalaman Çayı’nın üzerinden bir yerlere doğru hızlı hızlı giden kül rengi bulutların önünden her geçişinde huzursuzlanan ay dışında kimse yoktu onları dinleyen. Yakup Efendi’nin kadehine tekrar rakı doldurdu Mühendis. Belli ki gece uzun sürecekti.
“Bundan emin misin Yakup Efendi? Bir yanlış anlama olmasın?”
“Yok Beyim. Hani geçen kış akşam sobanın üzerinde kestane pişirirken size telefon gelmişti, kızınız hasta diye. O zaman apar topar hazırlanmış, bana da ‘Yakup Efendi dört-beş gün buralarda olmayacağım, hadi geçerken seni de köyüne bırakayım’ demiştiniz ya.”
Hatırlamıştı Mühendis. Alkollü olduğu halde araba kullanmak zorunda kalmış, yolda trafik polisine yakalanıp ehliyetini kaptırma korkusuyla sabaha karşı Eskişehir’e girmişti.
“Hatırladım.”
“Siz beni köye bıraktıktan sonra doğruca eve gitmiştim. Evde yanan ışık olmadığını görünce Fadimemin bir komşuya akşam oturmasına gittiğini düşündüm. Hadi eve gireyim de geldiğinde ona sürpriz olsun dedim. Ama anahtarı kapının kilidine sokamadım, içeriden kilitlendiği belliydi. Uyuyup kaldığını düşünüp epey bir süre zile bastım. Ne zamandan sonra kapıyı açtı Fadimem. ‘Uyumuş kalmışım Yakup’um, niye geleceği önceden arayıp da söylemedin?’ dedi… Fakat hiç uykudan uyanmış hali yoktu. Ben bilmem mi Beyim Fadimemin uykudan uyanmış halini, onca yıllık karım.
Mühendis Yıldırım gülümsedi.
“Bu mu yani Yakup Efendi bütün mesele? Ben de ciddi bir şey sanmıştım.”
“Öyle değil Beyim. Siz hiç gelip benim evi görmediğiniz için böyle konuşuyorsunuz. Küçük bir salonu ile iki odası var benim evin. Arka tarafında da küçük bir bahçe! Bahçede çalıştığım zamanlar bazen eve gireceğimde ön tarafına dolaşmayı üşenir pencereden giriveririm. Kapıdan giren birinin pencereden çıkıp gitmesi kolay yani.”
“Bak Yakup Efendi. Şu fani dünyada sahip olunacak tek şey seni seven iyi ve güzel bir kadındır. Böyle bir kadına sahip olduğun için dünyanın en zengini de sensin, en mutlusu da. Rengarenk sevimli bir yaban kuşu gibidir mutluluk, dikkat etmez de yanlış bir şey yaparsan bir anda elinden pır diye kaçar gider. Sonra da arkasından geri gelir mi diye yıllarca bakar kalırsın. Ama gelmez, giden gelmez Yakup Efendi. Onun için kaçırmayacaksın. Yoksa uzaktan sevmek zorunda kalırsın Fadimeni. Sevmelerin en zor olanı da budur. Gel onu sen bana sor. Ama insan bazen bilemiyor kaybedilenin kaybedilmeden önce kaybedilmeyecek kadar değerli olduğunu. Onun için Fadime elindeyken her ne pahasına olursa olsun sahip çık, haksızlık etme.”
Mühendis’in bu söylediklerini umursamadan devam etti Yakup Efendi.
“Daha devamı var Beyim. Ondan sonra ne olur olmaz diye korkumdan ne zaman eve gidecek olsam Fadimemi arayıp geleceğimi söylemeye başladım. Her zaman beni güler yüzle karşıladı Allah razı olsun. Ama iki ay önce buraya gelmek için evden çıktığımda benim mobilet çalışmadı. Ben de yokuş aşağıya salayım diye Ayşe yengenin evinin yanına kadar elimde sürdüm. Tam üstüne çıkmış aşağıya salacaktım, Ayşe yenge evinin bahçesinden seslendi, ‘Yakup oğlum, bu Sarıların İsmail’in sende alacağı mı var?’ diye.”
Mühendis sönen piposunu yakmaya çalışırken gözlerini de Yakup Efendi’ye dikmiş sessizce dinliyordu.
“Yok Ayşe yenge, benim Allah’a can borcumdan başka kimselere borcum yok, dedim ama içime giren girdi. Sonra da, onu nerden çıkardın?, dedim.”
Yakup Efendi titreyen ellerini Mühendis fark etmesin diye cebine soktuktan sonra:
“Öyle dedim ama elimin ayağımın ne kadar canı varsa gidiverdi. ‘Ne bileyim ben, bazı geceler sanki sende alacağı varmış gibi evinin etrafında dolanıyor da’ dedi. Dönüp tüfeğimi alıp bir kurşun sıkayım şu Sarıların İsmail namussuzuna diye düşündüm. Sonra da ben o namussuzu öldürürsem mahpusa düşerim, Fadimem ne yapar bensiz diye korkumdan vazgeçtim. Mobileti yokuş aşağıya sürüp çalıştırdıktan sonra doğruca buraya gelmiştim… Beyim sanırım Fadimem beni de seviyor, Sarıların İsmail namussuzunu da.’’
Bazı kadınların bu dünyaya aşk için geldiklerini düşünürdü Mühendis. Onların kendilerini tek bir erkeğe ait hissettiklerinde mutsuz olduklarını!
“Evli mi, bekar mı? Ne iş yapar, necidir bu Sarıların İsmail?”
“Evli olmaz mı Beyim, domuz sürüsü gibi de çocukları var. Varlıklıdır, köyde üç katlı tek bina onun. Ticaretle uğraşıyor ne bulursa alır satar.”
“Bak Yakup Efendi, senin bu anlattıklarından Fadime’nin seni aldattığı anlamı çıkmaz. Ama diyelim ki aldatıyor, bunun yasal yolları var, boşanır yoluna devam edersin. Zamanla da unutursun.”
“Ah Beyim, sen aşk nedir bilir misin?”
Mühendis aşkı biliyordu. Aşkın yeryüzündeki en harika duygu olduğunu da! Hatta aşkın bir masumu katil, bir katili de masum birine dönüştürebileceğini de. Ama öbür taraftan aşık bir kadının hiçbir şeyden korkmayacağını da. Ne Tanrı’dan ne de şeytandan. Onun korktuğu tek şeyin aşık olduğu adamı kaybetme korkusu olduğunu da. Ayrıca aşık bir kadının gözü karalığı karşısında erkeklerin ne kadar yetersiz kalabileceğini de.
“Aşkı da bilirim, ayrılığı da Yakup Efendi. En çok da terk edilmişliği! İnan bana senin de başına gelsin istemem. İnsan sevdiği kadın tarafından terk edildiğinde ölmeyi istiyor. Ölsem de kurtulsam diyorsun ama ölemiyorsun. Bir sefer ölmeyi göze alamadığın için her doğan yeni gün ile birlikte tekrar ölüyorsun… Bak bu söylediklerimi sakın unutma.”
Yakup Efendi, en değerli oyuncağı elinden alınmış çocuklar gibi boynunu bükmüş, Mühendis Yıldırım’ın söylediklerini hiç başını kaldırmadan dikkatlice dinliyordu. Alacakaranlıkta yüzünde öyle bir ifade oluşmuştu ki kahır desen değil, nefret desen hiç değil. Mühendis Yıldırım onun bu çaresiz durumu karşısında belki yardımım dokunur umuduyla:
“Ama bak ne diyeceğim, şimdi aklıma geldi. Fadime’ye burada bir iş ayarlayayım. Senin gözünün önünde olur. Yemekhanede Hasan Usta’ya yardım etsin mesela, bulaşıkları yıkar, etrafı siler süpürür.”
“Essah mı diyon Beyim? Fadimem hep derdi ‘Keşke benim de çalışacağım sigortalı bir işim olsa, ben de para kazansam’ diye. Yapar mısın bana babamın bile yapmadığı bu iyiliği?”
Yakup Efendi kalkıp Mühendis Yıldırım’ın elini öpmeye çalıştı.
“Sakin ol Yakup Efendi. Konuşurum büyük patronlarla, hadi sen buraları toparla ben de kafam yerindeyken yatayım.”
Pazar günü konuşulanların tamamı bu kadardı.
* * * * * * *
“Ben buraya gelirken otopsi için hastaneye götürüyorlardı” dedi, şantiye bekçisi Ramazan.
“Sen şunu baştan anlatsana nasıl olmuş olay?”
Bunu Ali Mühendis sormuştu. Ama bekçi Ramazan bir taraftan tişörtüyle terini silmeye devam eden Mühendis Yıldırım’a bakıp anlatmaya başladı.
“İzin vermişsiniz ya bugün. Eve geldiğinde karısının evde olmadığını görünce doğru Ayşe yengenin yanına varmış. Siz bilmezsiniz, Ayşe yenge bizim köyün ayaklı gazetesidir. Köyde ne olup bitiyorsa her bir şeyden haberi olur. Ona sormuş ‘Fadime’yi gördün mü?’ diye, o da ‘Bana niye soruyorsun git Sarıların İsmail’e sor’ demiş. Çam yarması gibi irice biridir Sarıların İsmail, hırlı pabuç olmadığını da köyde herkes bilir. Kahvenin önünde oturuyormuş Yakup geldiğinde. Daha Yakup’un bir şey söylemesine fırsat vermeden, ‘Yakup kendine başka bir avrat bul, bundan böyle Fadime’yi seninle paylaşamam’ demiş, hırsız hergele. Ama Yakup hiç ona bulaşmamış. Kahvehaneye yakın zaten ikisinin de evi, doğruca Sarıların İsmail’in evinin önüne gidip ‘Fadimem dışarıya bir çık göreyim seni’ diye bağırmaya başlamış. Bağırıyormuş ama Fadime’nin dışarıya çıktığı da yokmuş. ‘Sana bir müjdem var, ne olursun çık bir dışarıya’ diye epey bir bağırmış. Neyse artık müjdesi onu bilen yok. Sonra da hızlıca evine gitmiş. Sarıların İsmail hırsızı bunun evine gidişini görünce kalkmış da köylülere, ‘Delirdi bu it, şimdi bir çılgınlık yapar en iyisi bir müddet gözden ırak durmak’ demiş, ortalıktan toz olmuş.”
Konuşmaktan ağzı kuruyan bekçi Ramazan elindeki su şişesinden bir yudum alıp kalanını başının üzerinden döktükten sonra konuşmasına devam etti.
“Siz bilmezsiniz Yıldırım Bey, bizim köyde hemen hemen herkesin evinde av tüfeği olur. Kışın iş güç olmadığından ava gider köylüler… Yakup Efendi’den bir süre ses soluk çıkmayınca sakinleştiğini düşünmüşler… Boğuk bir silah sesi gelmiş… İlk Hacı emmi koşmuş varmış evine.”
Biraz duraksadıktan sonra ağlamaklı bir ses tonuyla devam etti bekçi Ramazan.
“Kanlar içinde seccadenin üzerinde bulmuşlar… Hacı emmi dedi, ‘paçaları bile sıvanıktı, namazını kılmış da öyle göçmüş gitmiş garibim’ diye.”
“Fadime olay yerine gelmiş mi peki,biliyor musun?''
''Yok Yıldırım Bey, o Sarıların İsmail’in evinden dışarı adımını bile atmamış.''
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.