Selin dün bütün gece çok huzursuzdu
Bir sağa bir sola dönüyordu sürekli. Bir ara yatağımdan hafifçe başımı kaldırdım, “uyu artık, sabah uyanamayacaksın. Zaten gıcırdayan yatağının sesi beni de uyutmuyor!” diye serzenişte bile bulundum, “ tamam tamam yattım” diyerek örtüsünü başının üstüne kapattı. Ben de diğer tarafa doğru döndüm. O kadar heyecanlıydık ki uykuya bile dalamamıştık. E ne de olsa yarın bizim için çok özel bir gündü, onca emek, fedakarlık, çalışma sonucunda mezun oluyorduk.
Uyandığımda saat 05.22 idi. En sevdiğim saatler, gün doğumu ve gün batımı. Büyülü anlar gibi gelir hep bana, tüm evren kabuk değiştiriyor gibi yeni bir güne merhaba diyor…
Hemen üstüme bir şal ve bir bardak su alıp balkona çıktım, gün doğumunun o eşsiz güzelliğini seyretmeye başladım. Bir on, onbeş dakika sonra Selin de yanıma geldi. Çok heyecanlıydık, tabi bir o kadar da mutlu. Biraz sohbet edip manzaranın keyfini çıkarttıktan sonra içeriye girdik. Kendimize güzel bir kahvaltı hazırladık. Kahvemiz de demlenişti, ohh mis gibi…
Kahvaltıdan sonra evdeki işlerimizi halledip, hazırlandık. Tam kapıdan çıkıyorduk ki aklıma Selin’in emaneti geldi. Hem koşup kitaplığımın kenarına koyduğum kutudan aldım zarfı, çantama attım. Selin’in ailesi mezuniyet törenine iş yoğunlukları nedeniyle katılamayacaktı. O yüzden babası, Selin’e teslim etmem için bir mektup yollamıştı bana. O mektubu unutsam kendimi suçlu hissederdim, neyse ki son anda hatırlayıp yanıma alabilmiştim, fazla vakit kaybetmeden evden çıktık.
Törenin gerçekleşeceği salona girdik. Her yer okulun afişleri ile süslenmişti. Veliler ve davetliler yavaş yavaş salondaki yerlerini almaya başladılar. Bizler de arka tarafta provalara devam ediyorduk.
Önce İstiklal Marşımız okundu, ardından okulumuzun rektörü ve hocaları konuşmalarını yaptılar. Derken sıra biz öğrencilerin sahneye çıkıp diplomalarını almasına gelmişti. Bölüm bölüm, sınıf sınıf çıktık sahneye. Her bölüme o bölümden sorumlu bölüm başkanı eşlik etti.
Sıra bize yaklaşıyordu, hepimiz bir hayli heyecanlıydık. Üstümüzdeki cübbeleri, saçımızı düzeltiyor, sahnede ne söyleyeceğimizin tekrarını
yapıyorduk. Bir anda aklıma cebimdeki mektup ve Adnan amca’nın sözleri gelmişti. Hemen Selin’in kolundan tuttum. “Gel bi dakika, sana bir şey vermeliyim.” dedim. Mektubu ona uzattım, sonra ona sıkıca sarıldım. “Bunu sana Adnan amca gönderdi, şuan işlerinden ötürü yanında olmasa da seni çok sevdiği ve seninle gurur duyduğunu söylememi istedi. Birkaç gün sonra zaten görüşeceksiniz. O zaman sana sıkı sıkı o sarılır, öper şimdilik benimle yetineceksin canım.” diyip, sarıldım. Selin çok duygulanmıştı, hemen mektubu açıp okumaya başladı. Sonra gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı. Haklıydı, mezun oluyordu. Ailesi yanında olamamıştı. Zaten Selin sekiz yıldır yatılı okuyordu, ailesi Tunceli deydi. Babası doğu ülkelerine ithalat ihracat işi ile uğraştığı için çok yoğundu. Üniversite hayatı boyunca da 1 kere bile İstanbul gelip Selin’i ziyaret etmemişti. Ama sık sık telefonda konuşurlardı hatta ben de konuşurdum. O kadar sevgi dolu, iyi kalpli bir insandı ki, yüzünü hiç görmesem de sesi bile iyi gelirdi insana.
Bir anda gözlerinden yavaş yavaş akan yaşlar hıçkırıklara dönüştü. Ne olduğunu bende anlayamamıştım. Tamam duygusallaşması normaldi ama bu kadarına şaşırmıştım. Dayanamadım, cebimden çıkarttığım mendil ile gözyaşını silmeye çalıştım. Ben de etkilenmiştim sanırım, ona sarılırken birkaç damla gözyaşı da benim gözlerimden düşüverdi.
Selin bana sarıldı, ağladı, ağladı. Tam o an; “ benim babam harika bir baba. O benim herşeyim.” dedi. “ Tabiki ” diye cevap verdim. “ O yıllarca ne yaptıysa benim için, kardeşlerim için yaptı.” dedi. Şaşırmıştım, bildiğim kadarıyla Selin tek çocuktu, kardeşlerim ifadesi nereden çıktı şimdi…
Biraz geriye doğru çekti bedenini, gözyaşlarını sildi. Ve anlatmaya başladı.
“ Benim babam o kadar iyi bir insandır ki; sen üzülme diye senin yerine üzülür. Sen mutlu ol diye ne yapacağını şaşırır. Tam 11 yaşında tanıdım onu. Bir bayram günü. O gün yurt çok kalabalıktı. Bazı insanlar sağ olsunlar, özel günlerde çikolata şeker alıp yanımıza gelirlerdi. Birkaç saat kalırlar, bizimle sohbet etmeye çalışırlar daha doğusu neden burada olduğumuza dair duydukları merakı gidermeye çalışırlar. Sonra da acıyarak yüzümüze bakar, el sallarlar ve giderler. Bebekliğimden beri hep böyle oldu. Artık bıkmıştım, kimseyi görmek, acıyarak bakışlarına
katlanmak istemiyordum. Arkadaki küçük odanın köşesindeki mindere oturmuştum. Herkese, her şeye kızgındım. Sonra arkamdan biri geldi. “Merhaba” dedi.
Müdüre daha önceden gelen misafirlere kibar davranalım diye tembihlediği için ona doğru dönüp bende “merhaba” dedim. Bana neden herkes ile birlikte yemek yiyip dışarıda oynamadığımı, gelen misafirlerin hiçbirisi ile konuşmadığımı sordu. Onların sahte ilgilerinden bıktığımı, onların kendi ruhlarındaki acıma hissini tatmin etmek için burada duran zavallı bir bebek olmadığımı söylediğimde; “ haklısın ” diye cevap verdi. İsmini söyledi, sonra benimkini sordu. Eğer izin verirsem tekrar gelmek istediğini söyledi ve “senin için yapabileceğim bir şey varsa yapmak isterim. Seni mutlu edecek bir şey vardır elbet.” dedi. Ona zengin olup olmadığını sordum, üstü başı pek de güzel değildi, kıyafetleri sıradandı. Sanki bir şey istesem alabilecekmiş gibi neden soruyordu ki? Onu da anlamamıştım.
Bana çok zengin olmadığını ama beni mutlu edecek bir şey varsa onu alabilmek için çalışacağını söyledi. Bende, “iyi o zaman telefon istiyorum, herkes bayramda sevdikleri ile konuşuyor benim de bir telefonum olsun istiyorum” dediğimde, “şuan alabilecek param yok ama bir daha gelişime kadar çok çalışacağım ve sana telefon getireceğim. Şimdi müsadeni isteyeyim.” diyerek saçımı okşadı ve yerinde kalktı. Odanın diğer ucundaki kapıya yürürken arkasına döküp; “haydi görüşürüz, kendine çok dikkat et…” deyip gülümsedi ve çıktı gitti.” dedi.
Şok olmuştum. Bunları ilk defa duyuyordum, kafam allak bullak olmuştu ama kırılabilir diye Selin’e belli etmemeye çalıştım. Hiç konuşmadan, soru sormadan, yorum yapmadan dinledim onu. Anlatmaya devam etti;
“ Aradan on gün geçmişti, çok sıkılıyordum. Canım hiçbir şey yapmak istemiyordu. Zeynep teyze odaya girip; “Selin, kızım. Seni görmeye bir beyefendi geldi.” deyince şaşırdım. Beni kim görmeye gelsin ki diye düşünüp hemen bahçeye koştum. O günki amca gelmişti. Onu görünce sebepsizce mutlu olmuştum. Gelicem demişti ve gelmişti. Koşup sarıldım ona, sanki gelmesini dört gözle bekliyormuşum gibi. Biraz sohbet ettik, sonra elindeki poşeti bana uzattı. “ Umarım çok mutlu olursun ” dedi, hemen açtım. İçinden telefon çıktı, bir an sevinmiştim. Artık benim de telefonum vardı, sonra tekrar üzüldüm. “Senden nasılsa almazsın diye
telefon istemiştim ama benim telefon edip konuşabilecek kimsem yok ki..” dediğimde, kendi numarası kaydettiğini, istediğim zaman arayabileceğimi eğer istersem onun da beni arayacağını söyledi. Sonra işe yetişmek zorunda olduğu için benden izin istedi. Tekrar geleceğini söyledi ve kalktı. Giderken arkasından, “arayacaksın değil mi?” diye seslendim. “Arayacağım tabi ki…” diye gülümsedi ve gitti. Odama gittim. Telefonu kimse görmesin diye sakladım. Akşam sekiz gibi telefon çaldı. Baktım, ekranda “Adnan baban” yazıyor, açtım. Konuştuk, müdürlükten izin almış. Artık istediğim zaman onu arayabilecekmişim, o da tabi. Sonrasında her gün konuştuk, her hafta beni görmeye geldi. Bir süre sonra gönüllüm oldu. Artık onunla dışarı çıkıp vakit geçirebiliyordum. Bana kitaplar, defterler, kıyafetler alıyor, yemeğe, gezmeye götürüyor sonra yurda geri bırakıyordu. Beni yurdun kapısına bıraktığı bir gün içeri girmedim. Onu takip ettim. Zaten müdüre de orada kalacağımı biliyordu. Baktım bir fabrikaya gidiyor, bekledim. Oradan çıkıp pazarlara gidip insanların eşyalarını taşıyor, gece de bir taksi durağına gidip şoförlük yapıyordu. Onu taksi durağında takip ederken beni gördü, yanıma geldi. Nasıl bu saatte dışarıda olduğumu sorup kızdı. Sonra beni evine götürdü. Yalnız yaşıyordu. Evinde çok eşya yoktu. Duvarında ise birkaç tane çocuğun resmi yapıştırılmıştı. Bana makarna yaptı, bir de ayran. Yemek yerken sohbet ettik. Neden yalnız yaşadığını sordum.
Üniversite yıllarındayken yaşanan olaylar yüzünden hapse girmiş, orada bir sürü işkenceye mağruz kalmış. Çıkınca bir kız bulup evlendirmişler fakat yaşadığı zor koşullar ve işkenceler yüzünden çocuğu olamayacağını söylemiş doktor. Bu sebeple evliliği de devam etmemiş, karısı ayrılmış ondan. Yalnız yaşamaya başlamış.
“ Peki duvarda resimleri asılı olan o çocuklar kim? ” diye sorduğumda, “Onlar benim çocuklarım. Allah beni onlara, onları da bana aile olalım diye göndermiş. Eğer istersen, sende de benim çocuğum olabilirisin. Sana her istediğini hemen alamam, ama seni çok severim ve seni mutlu edebilmek için çok çalışırım. Her zaman yanında olurum ve yaşadığım sürece seni hiç bırakmam. Birlikte mutlu kocaman bir aile oluru. Ne dersin? ” dediğinde ağlamaya başladım ve “ gerçekten mi? ” dedim.
“ Gerçekten kızım, artık sende benim evladımsın. Her ne olursa olsun senin yanındayım, hiç merak etme. Sen artık benim kızımsın.” dedi ve bana sarıldı. O gece birlikte sarılarak uyuduk. Artık benim de babam
vardı. Sabah uyanıp yurda gidince bir daha o anı yaşayamayacağım diye çok korkmuştum. Ama öyle olmadı.
Babam o günden sonra beni hiç bırakmadı. Hep ama hep yanımdaydı, hep sevgi, korudu, kolladı, kimseye ezdirmedi, hani derler ya yemedi yedirdi, giymedi giydirdi diye, işte tam da öyle. O günden sonra biz anne babası olmayan ama birbirinde mutluğu bulan kocaman bir aile olduk. Birbirinin sesini duymadan yapamayan 8 kardeş ve onlar için canını verebilecek kadar onları seven fedakar bir baba.
Benim babam o. Ben de onun biricik kızıyım. O, buradaki çoğu aile gibi göstermelik değil sahici bir baba. Belki şuan burada olup beni görmeyi çok isterdi, en çok da onun hakkıydı ama o çalışmak zorunda. Çünkü arkasında onun desteğine ihtiyacı olan ve ondan başka kimsesi olmayan çocukları var.
Yani senin anlayacağın benim babam ithalat ihracat falan yapmıyor. Şuan belki pazarda hamallık yapıyor belki de taksicilik. Olsun.
Yeter ki sağ olsun… Var olsun… Hep ama hep bizimle olsun, her an yanımızda olamasa bile “baba” dediğimizde sorgulamadan, düşünmeden canını bile verebilecek olan varlığının verdiği güç bizimle olsun, yeter…”
O gün mezun olmanın heyecanının yanı sıra hayattaki bazı değerlerin, değerli insanların da farkına varmıştım.
Demek ki anne baba olmak sadece bir çocuğun dünyaya gelmesine vesile olmak, onun yaşamasına yardımcı olmak demek değildi. Mezun oldum, aşık oldum, evlenip çocuk yapma zamanım geldi diyerek olunmuyordu anne baba. Böyle aile de olunamıyordu.
Belki de bizim eksiklerimizden bir tanesi de buydu. Hani balık baştan kokar derler ya… Toplumumuzdaki bir çok arızanın ana kaynağı belki de aile olamamamız, olmuş gibi devam ettirdiğimiz hayatlarımızda yetiştiremediğimiz kişi ya da kişiliklerimizden kaynaklanan onlarca sorunlar zincirinin sonucuydu.
Anne baba olmak, aile olmak, insan olabilmek çok değerlidir tabi gerçekten olabilene…
Bugün babalar günü. Öncelikle tüm babaların, babalar gününü yürekten kutluyor, ellerinden yanaklarından öpüyorum. Belki fiziken baba olamamış ama baba olmanın ne demek olduğunu, sorumluluğunu tüm benliği ile yaşayan ve aile sıcaklığını onlara ihtiyacı olan çocuklara da yaşatan siz kıymetli babaların ve baba adaylarının da gününü canı gönülden kutluyorum. Ellerinden, yanaklarından sevgi ile öpüp sarılıyorum onlara.
İyi ki ama iyi ki varsın.. Ve lütfen hep var olun...
Unutmayın olur mu size çok ihtiyacımız var.
Çünkü bu kirlenmiş dünyayı umut ediyorum ki sevgi kurtaracak.
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.