Minnet
Ercan ÖZTÜRK Yazdı
Güzel bir yaz günü öğle sonrasının henüz başlarıydı, güneş sarı sıcaklığını Gireniz Vadisi boyunca etrafa yaymaktaydı. Banka müdürlüğünden emekli İlhan ile araştırma görevlisi olan yeğeni Erim, Dalaman Çayı boyunca yürüyorlardı. Yavaş yol alıyorlardı çünkü sazlıklar, ılgınlar ve yaban böğürtlenlerinin arasından yol açmak epey zamanlarını alıyordu. Yükleri hafif sayılırdı; İlhan’ın elinde içinde dört bira olan termos çantayla yakaladıkları balıkları taktığı ılgın ağacı dalı, yeğeninde ise dört kilo ağırlığında serpme ağ vardı. Tabi bu ağın ıslanmadan önceki ağırlığıydı. Bazen balık olabileceğini düşündükleri yerlerde duruyorlar, bir iki ağ atıyor yakaladıklarını diğer balıkların üzerine dizip yollarına devam ediyorlardı. Bir süre sonra gölgesi koyu bir söğüt ağacının altına yöneldiler. Biraz mola vermek için bağdaş kurup oturdular. Gagasıyla su taşıyan serçenin söğüt dalındaki yuvasına her gelişinde çığlık atan yavrularının sesinden başka ses yoktu. Soğuk biralarını yudumlarlarken, orada bulduğu kuru bir dal parçasıyla bir taraftan yere anlamsız küçük şekiller çizen İlhan:
“Belki bir kitap çıkarırsın, öykülerinin hepsini bir arada okuyabileceğimiz bir kitap” dedi.
Erim, son birkaç yıldır işten arta kalan zamanlarında kısa öyküler yazıyor, bunlar bir internet dergisinde yayınlanıyorlardı.
“Bakalım, bir gün o da olur.”
“Karakter yaratmak, sonra istediğin gibi kaderlerini şekillendirmek keyifli olmalı.”
“Karakterlerimi yaratırken daha en başından kaderlerini düğümlemiyorum ben, onların benliklerini oluşturmakla başlıyorum, sonra bu benliğin onları sürüklediği yöne doğru onlar kendi kaderlerini yazıyorlar. Ben sadece görünmez bir nefes gibi peşlerine takılıyorum, döndükleri köşelerde, girdikleri sokaklarda takip ediyorum onları, bir yandan da olup biteni kağıda döküyorum.”
“Ben de seni bir yolculuğa çıkarayım o zaman, belki bu yaşanmışlığın da peşine düşüp yazmak istersin.”
“Dinliyorum.”
“Yıllar öncesinde sizin köyde Göktaş diye biri vardı hatırlıyor musun?”
“O nerden esti şimdi aklına? Az biraz hatırlıyor gibiyim, fırının üzerinde oturuyorlardı. Sanırım doğudan, memleketlerinden kan davası yüzünden kaçmış gelmişlerdi. Bizimkiler konuşurken duyardım, yoksa kan davası nedir bildiğim yok tabi. Ben ilkokulda bile değildim o zaman.”
“Ben de sizin köydeki ortaokula gidiyordum, Göktaş amca ve karısı Iraz yengeyi tanıdığımda.”
“Gerçek adını bilmiyorum ama.”
“Onu ben de bilmiyordum. Herkes Göktaş derdi, biz de Göktaş amca derdik.”
İlhan birasından bir yudum daha aldıktan sonra konuşmaya devam etti.
“O adam Karaismailler’deki krom madeninde yer altında çalışırdı. Perşembe günleri sabah madenden çıkar, o zamanlar ulaşım aracı olmadığı için yürüye yürüye öğle sonuna doğru Alcı’ya gelirdi. Perşembe günleri kurulan pazara girer, kasabın kesip dut ağacına astığı keçi-koyun etinin yağlı kısımlarından iki kilo çektirir -o zamanlar etin yağlısı makbuldü-, tanıdıklarla laflayıp yeterince dinlendikten sonra tekrar yola düşüp akşama doğru Gölcük’te karısının ve çocuklarının yanında olurdu. Öbür gün akşamüzeri gene yayan yola çıkar, akşamına maden ocağındaki işine kaldığı yerden devam ederdi.”
“Sen de küçükmüşsün amca, üstelik bizim köyde bile oturmuyordun, bunları nerden biliyorsun?”
“Bunları ben sonradan, şimdi sana anlatacağım olay sonrası öğrendim. Biliyorsun önceden bizim buralarda düğünler üç gün sürerdi. Cuma günü akşam oğlan evinde kapma, Cumartesi kız evinde kına, Pazar günü de gelin alması. Veyahut, düğün Salı günü başlar, Perşembe günü gelin almasıyla son bulurdu. Birayla iyi giderdi, biraz fıstık alsak olacakmış.”
“Artık bir dahaki sefere amca!”
“Güldürme beni. Çayda balık tutalım diye iki yıldır ha bu yaz, ha gelecek yaz diye plan yapıyoruz ancak şimdiye nasip oldu. Senin yüzünü gören yok ki.”
“O benim hatam. Fakülteydi, tezdi derken bir türlü ayarlayamadım. Neyse, Göktaş diyordun, gelin alması diyordun.”
“Ortaokul ikinci sınıftaydım, davul zurna sesini duyunca bütün sınıf olduğu gibi yola attık kendimizi. Sen de biliyorsun ya, sınıf kapısından beş adım attın mı yol, üstelik şimdiki gibi araba trafiği de yok. Gelin konvoyu koca çamın orada göründü. Gelini ata bindirmişler, atın yuları babasında davul zurna eşliğinde oynaya oynaya geliyorlar. Tam bizim olduğumuz yere gelmişlerdi ki, Iraz yenge başında kar beyazı bir yazma, kulağında bir tek papatya, üzeri yeşil nakış işlemeli krem rengi bir elbise, onun altında da geniş paça yeşil bir pantolon ve elinde mavi boyalı ahşap bir sandalyeyle evinden aşağıya inip konvoyun önüne geçti. Bir orkestra şefi gibi ellerini yukarıya doğru kaldırıp bütün heybetiyle -zaten heybetli de bir kadındı- durun diye bağırdı, durun! Baba durdu, at durdu, konvoy durdu, belki o esnada uçmakta olan kuş durdu, kaçmakta olan tavşan durdu, onu kovalayan tazı durdu, davullar zurnalar sustu. Iraz yenge elindeki sandalyeyi konvoyun önüne yolun tam ortasına koydu. Herkes ne yapacak diye merakla bekliyor, kimseden çıt çıkmıyordu. O esnada Göktaş amca göründü. Başında fötr şapka, bıyıklar yukarıya doğru burulmuş, üzerinde cepken, altında İngiliz poturu pantolon, ayakta körüklü çizmelerle. Sanırsın adam madende işçi değil, köyün ağası. O biçim yani. Yavaş yavaş yürüyerek geldi, Iraz yengenin bir eliyle tuttuğu sandalyeye bacak bacak üstüne atarak oturdu. O esnada kim olduğunu bilmediğim biri de üzerinde otuz beşlik rakı, çay bardağı ve leblebi kasesi olan bir çay tepsisini getirip Göktaş amcanın kucağına koydu. Iraz yenge yavaşça rakının kapağını açıp, çay bardağının yarısına kadar rakı doldurdu. Sonra da yüksek sesle, “çalsın davullar, çalsın zurnalar!” dedi. Kartal kanadı gibi kollarını iki yana açıp, Göktaş amcanın hemen önünde bir ceylan gibi sekerek oynamaya başladı. Göktaş amca biraz rakıdan içiyor hemen arkasın ağzına leblebi atıyordu. Iraz yenge oynadı, gelin konvoyu alkışla tempo tuttu; Iraz yenge oynadı, biz öğrenciler alkışla tempo tuttuk; Iraz yenge oynadı, atın üzerindeki gelin alkışla tempo tuttu. Davul zurna alkış sesleri ortalığı yıktı. Dışardan bakan biri atın üzerindeki gelini görmese, sanır ki Göktaş ile Iraz’ın düğünü. Ben diyeyim bir saat, sen de yarım saat o iri gözlerini bir an bile Göktaş amcadan ayırmadan oynadı. Ben hep Iraz yengenin Göktaş amcaya bakışlarını izledim. Biliyor musun o bakışlarda aşktan daha derin bir şey vardı, ne olduğunu bilemediğim, sırrını çözemediğim bir şey. Sanki bu yaşamı ona sunan Tanrı değil de, Göktaş amcaymış gibi bakıyordu. Sonra da cebinden çıkardığı bir avuç buğdayı gelinin üzerine doğru savurup, hadi hayırlı olsun, uğur ola dedi.”
“İlginçmiş.”
“Hadi onları da aç, içelim. Sıcakta iyi geldi.”
“Amca her ayrıntıyı çivi gibi çakmışsın hafızana, maşallah.”
“Ortaokul bitinceye kadar Iraz yengeyi birkaç sefer daha gördüm, yanında çam kozalağı gibi kara kara kafası olan çocuklarıyla. Ben ortaokuldan sonra lise, üniversite derken banka sınavlarını kazandıktan sonra babanın yanına geldim. Adil abi dedim, eskilerden Göktaş diye biri vardı, hala köyde mi? İlhan o bu köyden gideli çok oldu, hayırdır bir işin mi vardı, dedi. Ben de gelin almasını, orada Iraz yengenin oynamasını falan anlattım babana. Tabi Iraz yengenin, Göktaş amcaya bakışlarından hiç bahsetmedim. Baban, hatırladığım kadarıyla o emekli olmuştu buradan gittiğinde, madende yeraltında çalıştığı için on beş yılda emekli etmişlerdi. Üç oğlu vardı onun, çocukların arasında birer yaş vardı ama hepsi aynı yıl nüfusa bildirildiği için doğum tarihleri aynıydı, ben de üçünü birlikte birinci sınıftan okula başlatmıştım, dedi. Şimdi nerededirler hiç bilgin var mı, dedim. Nerde olduklarını bilmiyorum, bildiğim çocukları ortaokulu bitirince, bu çocukları benim okutmam lazım diye buradan göçüp gittiği, dedi.”
“Senin için hayal kırıklığı olmuştur.”
“Erim, görevim gereği birçok il ve ilçede çalıştım. Haliyle gittiğimiz yerlerde çevre edindik, dost edindik. Bu süre zarfında çok güzel insanlar, sevgililer, aşıklar tanıdım. Ama hiçbir zaman, Iraz yengenin Göktaş amcaya baktığı gibi bakan ne aşık ne de sevgili gördüm.”
“Sana öyle gelmiştir amca, neticede daha ortaokulda okuyormuşsun. Yoksa pek çok aşklar, gönlü kavrulan, kalbi sızlatan nice aşıklar var.”
İlhan, yeğeninin kendinden emin itirazını duymamış gibi devam etti.
“Adana’da çalışırken başıma bir olay geldi. Tam da emeklilik dilekçesini vermeyi düşündüğüm sıralar. Öğle sonuydu ve banka kalabalık değildi. Veznenin önünde bir adamla bir kadın yüksek sesle tartışıyorlardı. Bizim güvenlik görevlisi birkaç sefer sakin olmalarını söyledi ama dinledikleri yoktu. Ben de uyarıda bulunmak için odamdan çıktım, tam yanlarına gelmek üzereydim ki adamın elinde bir şeyin parlayıverdiğini gördüm, sonra kadının yandım anam çığlığını duydum. Hemen ambulans çağırdık, polisi aradık. Kavganın nedeni basit bir inatlaşma, kadın para benim hesaba yatacak diyormuş, erkek yok benim hesaba. Kadını ambulansla hastaneye götürürlerken, adamı da polisler kelepçeleyip aldılar gittiler. Olayı gördüğümüz için güvenlik görevlisiyle beni şahit yazdılar. İş mahkemeye intikal etti tabi. Mahkeme günü geldiğinde bıçaklanan kadın iyileşmiş, onu bıçaklayan kocasıyla birlikte el ele tutuşarak geldiler duruşmaya. Ben ne gördüysem onu anlattım, ne bir eksik ne bir fazla. Duruşmayı ileri bir tarihe erteleyip, güvenlik görevlisiyle bana sizin bir daha gelmenize gerek yok dediler. Duruşma salonundan çıkıyorduk ki, savcı bana seslendi; müdür bey zamanınız varsa birlikte bir kahve içelim, odam tam karşıda, dedi. Savcı bey nasıl uygun görürseniz dedim ama beni aldı bir telaş. Gittim odasına oturdum. Hayatım boyunca bir kez mahkemeye geldim, acaba yanlış bir şey mi söyledim diye düşünüyordum. Fazla düşünmeme gerek kalmadan savcı bey geldi. Telefonla kahve söyledi. Beni daha fazla merakta bırakmadan hemen konuya girdi. Nüfus kaydınızda Denizli, Acıpayam, Alcı köyü yazdığını görünce sizinle sohbet etmek istedim. Benim çocukluğum oralarda geçti dedi. Ben şaşırdım tabi, kimseden de duymamıştım Adana’da hemşehrimiz bir savcı olduğunu. Sayın savcım siz kimlerdensiniz, dedim. Siz tanımazsınız, biz Alcı’da değil, Gölcük’te oturuyorduk. Rahmetli babam Karaismailler’deki maden ocağında çalışmıştı demesin mi?”
“Hadi canım sen de, savcı Göktaş’ın oğlu mu yoksa?”
“Aferin yakalamış görünüyorsun ama emin olmamak lazım.”
“Bu ne demek şimdi?”
“Birayı az almışız, olsa daha içilecekmiş.”
“Geçmiş ola amca, bir dahakine daha bol alırız, fıstıkla beraber. Sen devam et hadi anlatmaya.”
“Siz Göktaş amca vardı onun oğlu musunuz, dedim. Tanıyor muydunuz, dedi.”
Ben Göktaş amcayı tanıdığımı söyledim. Hatta annesini Iraz yengeyi de tanıdığımı söyleyip sana anlattığım gelin almasında yaşananları savcı beye anlattım. Bu sefer şaşırma sırası savcı beydeydi. Babasını yazın okul tatil olduğunda Perşembe günleri bizim Alcı pazarında gördüğümü de anlattım. Pazaryeri bizim oyun alanımız olduğu için ben de hep oralarda olurdum. O zamanlar adama bakar, bunun nasıl bir meziyeti var ki karısı ona bu kadar hayran diye öğrenmeye çalışırdım. Tabi bu kısmı savcı beye söylemedim.
“Söylesen kahvelerin parasını sana ödetirdi.”
“Dur kafamı karıştırma şimdi. Kasaptan et aldıktan sonra evin yolunu tuttuğunu falan söyledim. Savcı bey zamanda geri gitmiş gibiydi. Babam akşamüzeri eve gelirdi, bazen geldiğinde hava kararmış bile olurdu. Annem sokaktan babamın sesini duyunca hemen bizi yatırır, uyuyun hadi babanızı sabah görürsünüz derdi. Hiç unutmam bir keresinde işten eve geldiğinde, gene et almış gelmiş, ateşi yak sonra da çocukları kaldır gel demişti anama. Biz üç kardeş aynı yatakta yatıyorduk ama uykumuz olmadığı için duyuyorduk konuşmaları. Anacım, uyuyordur onlar ben yarın yediririm dedi. Sen yemeğini yaparsın ben közleme et yemelerini istiyorum demişti rahmetli, dedi. Baba yüreği işte, biz de öyle değil miyiz sayın savcım, önce çocuklarımızı düşünmüyor muyuz? Ben bunu söyledikten sonra koca savcının gözleri doldu. Bir müddet beni süzdü. Sonra gözlerinin dolduğunu hiç saklama gereği duymadan ne dedi biliyor musun? Göktaş baba bizim gerçek babamız değildi, onun hiç kendi çocuğu olmadı, dedi. Dondum kaldım.”
“Nasıl yani?”
“Bildiğin buz tutmuş gibi.”
“Hayır ya onu demiyorum, gerçek babamız değil demiş ya.”
“Ailesi Iraz yengeyi daha çocuk denilebilecek yaştayken köyün ağasına vermiş. Ağanın zaten evde iki karısı varmış. Iraz yenge de gelince etmiş üç.”
“Günümüzde bile hala var çocuk gelin mevzusu. Utanmıyorlar da.”
“Tabi Iraz yenge bu evliliği hiç istememiş, onun için fırsatını buldu mu, evden kaçarmış. Kaçarmış ama korkusundan çok da uzaklara gidemezmiş. Ağa bunu buldurtur gelir bir güzel dövermiş. Üç, dört yıl böyle geçmiş. Iraz yenge kaçmaca, ağa buldurtup gelip dövmece. Göktaş amcayla tesadüfen köy pınarına su doldurmaya gittiğinde karşılaşmış. Göktaş amca o zamanlar sırım gibi delikanlıymış tabi. Yazık, o da kendi köyünden çıkmış başka köylere gidip iş arıyormuş. Iraz yengeyi ağanın evinden çıkıp çeşmenin başına inerken görünce, önce ağanın kızı sanmış, kucağındaki çocukla sırtındaki çocuğu da kardeşleri. Iraz yengenin hamile olduğunun farkına bile varmamış. Uzatmayalım, Iraz yenge, bunun sevdalı bakışını görünce durumunu hemen ayaküstü hızlıca anlatıp, kaçır al git beni buralardan, sana kadınlık yaparım asla pişman olmazsın demiş.”
“Olaya bak.”
“Göktaş amca hiç uzun uzun düşünmemiş bile, bırak su güğümlerini, madem hamilesin sırtındaki çocukla kucağındakini bana ver demiş. Ondan sonra da gözünü karartıp Iraz yengeyi çeşme başından kaçırmış.”
“Ne cesaret!”
“Ege bölgesine gelmişler. Bir yıl orada bir yıl başka yerde ırgatlık yaparak geçimlerini sağlarlarken, Göktaş amca tesadüfen Karaismailler’deki madene yeraltında çalışacak işçi arandığını duymuş. Sonra da gelip Gölcük’e yerleşmişler.”
“Kan davası değilmiş yani.”
“Savcı beye göre Karaismailler veya Alcı’da oturmamalarının sebebi, Gölcük’ün hem evlerin birbirine daha yakın olduğu bir yerleşim düzeninin olması, hem de kalabalık olmasıymış. Göktaş amcanın olmadığı esnada ailesinin başına bir iş gelirse köylünün hemen haberlerinin olacağı ve bunlara sahip çıkacaklarını düşündüğü içinmiş. Hiç sormadım ama belki de köyden güvendiği birkaç kişiye gerçeği söylemiş, bize göz kulak olması için ricada bile bulunmuş olabilir dedi savcı bey.”
“Amca siz baya sohbet etmişsiniz.”
“Sorma, beni kendine yakın hissetti, çocukluğuna gitti savcı bey. Kahvenin üzerine birer de çay içtik.”
“Ne hayatlar var. Ama Iraz yengeyi çok takdir ettim. Ona dayatılan role boyun eğmemiş, kaderinin dizginlerine sıkı sıkı sarılıp kendine yeni, güzel bir hayat yaratmış. Hatta gelinen noktaya bakılırsa çocuklarına da!”
“Madende çalışmaya başlayınca hemen Iraz yengeyi ve üç çocuğu üzere geçirtmiş Göktaş amca. Iraz yengenin yaşı küçük olduğu için ağayla nikahı yokmuş, onun için çocuklar da nüfusa geçmemiş.
“Aferin Göktaş amcaya.”
“Savcı bey dedi ki, bazen kavga ederlerdi ama çok geçmeden hemen tatlıya bağlarlardı. Onların kavgasından biz çocukken bile hiç korkmazdık, hatta güldüğümüz bile olurdu. Ama annem bizi sık sık tembihlerdi, aman ha Göktaş babanızı kızdıracak bir şey yapmayın, sözünü dinleyin; O olmasaydı ben şimdiye canıma kıymış olurdum. Rahmetli Göktaş babam bizi okutmak için çok masraf etti ama üç erkek kardeş üçümüzü de okuttu dedi savcı bey. Sonra da beni uğurlarken sıkıca sarıldı.”
“Bunu şimdiye kadar niye anlatmadın?”
“Dedin ya fakültem, tezim derken sana zaman ayırmaya fırsat bulamıyorum diye.”
“Amca iğneleye iğneleye delik deşik ettin beni.”
“Konumuz o değil, konumuz daha ortaokulda okurken aklıma taktığım o bakışın sırrına, sonunda emekli olurken tesadüfen vakıf olmam. O bakıştaki aşk minnetle yoğrulmuştu. Ve fark ettim ki, aşkı devleştiren, yücelten şey minnet. Yani sevdiğinin senin için yaptıkları, vazgeçtikleri ve göze aldıkları. Ben bunu bilir bunu söylerim. Bu arada Göktaş gerçek adıymış. Kızılderili adı gibi… Nasıl beğendin mi?
“Sağlam hikaye.”
“Yazacak mısın?”
“Bakalım.”
Söğüdün gölgesinden kalktılar. Gölcük köyünün hemen alt tarafından başladıkları balık avlama işini, Alcı köyünün hemen alt tarafında sonlandırmak için yollarına devam ederlerken; Erim kafasındaki yolculuğunda amcası sayesinde hayatına giren yeni karakterlerin peşine takılmıştı bile.
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.