Likyalılardan Avşarlara Bir Tarih Soruşturması - 2
Ulusal devletler, kendi sınırları içindeki vatandaşlarını bir takım değerler, gelenekler, ahlakî nizam ve pratiklerle birbirine bağladıkları ve bir bütünün parçaları oldukları duygusunu yarattığı ölçüde başarılıdırlar. Yani, egemenlikleri altındaki bireyler ortak bir duygudaşlığa mensup vatandaş olabildikleri oranda başarıya ulaşır. Bu noktada bireysel kimlik ve kolektif kimlik birbirini işlevsel olarak tamamlayan bir sistemin cüzleridir. Osmanlı-Türk modernleşmesi ile başlayan ve Türkiye Cumhuriyeti ile büyük bir aşama kaydeden iktisadi, sınai, eğitim ve bürokratik alandaki modernleşme, toplumsal ve kültürel alanda aynı başarıyı gösterememiştir. Boy, soy-sop, tikel, yerel kimlikler olarak tanımlayabileceğimiz toplumsal grup yapılarının egemenliğini farklı isimlerle de olsa devam ettirmesi, bir hedef olarak sabitlenen “milletleşeme” sürecini sekteye uğrattığı görülmektedir.
“Milli” kavramının kaynağına dayalı olarak “millet olma” sürecinde bireylerin biliş evreni kültürel ve toplumsal yaşantının tecessümünde belirginlik kazanır. Milli tarihin bir hanedan, sınıf, aşiret/boy geçmişine göre sahihliği somut olarak daha görünür olduğu için millet ve milli tarih bilince güçlü bir şekilde işler. Bir “dili/Türkçe” konuşmak üzerinden geliştirilen toplum bu somutluğa dayalı bilgi ile bilincinin farkına varması diğer gruplaşmalara göre daha başarılı olmuştur. Çünkü, çok-kültürcülük, evrenselcilik, sınıf bilinci iddiasına dayalı sosyalist ve liberal ideolojilerin tarih yaklaşımının sahihliği veya gerçekliği tarihi tecrübe gözetildiğinde yanlışlanmıştır. Avrupa’daki işçi sınıfının ulusları aşan bir sınıf bilinci oluşturamayıp işçilerin de millet aidiyeti içerisinde kendilerini konumlamaları özellikle Birinci Dünya Savaşındaki önemli bir gözlem olmuştur.
Tarihin politik ve toplumsal inşa sürecinde kullanımında biliş dünyasının belirleyici imgeleri güçlü kişilikler, etkili olaylar, kahramanlar, zaferler gibi simgesel unsurlardır. “Resmi tarih yalanları”, “Cumhuriyet yalanları” gibi tarihsel içerikli söylemlerle milli bilincin kurucu simgesel unsurları yıpratılmaya ve tahrip edilmeye çalışılır. Böylece toplumsal yaşantımızda dahil bütün yaşam alanlarımızı etkisine alan psikolojik travmalar ortaya çıkar.
Milli tarih ile birey dünde yaşamış olan ile bugün yaşanan arasında psikolojik bağ kurarak bir süreklilik sağlar. Bu süreklilik ortak bir geçmiş tasavvurunda bireyleri birleştirir.
Türk kimliğinin “öteki” olarak konumlandırıldığı bir biliş evreninde “milletin hafızası” olan Türk milli tarihi de olumsuz bir konuma yerleştirilmiştir. Bu açıdan bakıldığında, yerel tarih, geçmişin araştırılması gibi bir işlevden ziyade ideolojilerin çarpıştığı bir alan haline gelmiştir. Böylece, tarih savaşları da ideolojik rengi çok koyu bir alan haline gelir. Bu sebeple “Milli tarihten” “yerel tarihe” gidişin ideolojik-felsefi arka planı bu güdülerle şekillenmektedir. Oysa “milli tarih şuuru, milliyetçiliğin temelini teşkil ettiği için, ona en çok düşman olanlarda milliyetçilik aleyhtarlarıdır.”[1] Tarih ile sosyo-kültürel form arasında zorunlu bir meşruiyet ilişkisi vardır. Güngör’e göre, “insanları millet denen bir sosyal bütünün parçaları olduklarına inandırmak, böylece onlar arasında birlik ve dayanışmayı sağlamak. Hiç şüphesiz, bu tarihler “milli” bir sosyal nizamı meşru ve haklı göstermek gibi bir gaye de taşıyabilirler. Milletler de milli tarihlerinin eseri olarak kendilerinin bağımsız, milli özelliklere sahip varlık bütünleri olduklarını idrak etmektedirler.”[2]
Yirminci yüzyılın sonlarına doğru dünyadaki küreselleşme ve post-modern felsefenin etkisi ile gündemi uzun süre meşgul eden ulus-devletin çöküşü, milletlerin iflası, çok-kültürcülüğün yeni toplum modeli olarak sunulması ve buna bağlı olarak etnisitenin/yerelliğin yükselişi söylemleri ile Türk kimliği, kültürel, sosyal ve özellikle siyasi alanda parçalanma, farklılaşma ve kaos olarak tezahür eden meydan okuyuşlarla karşılaşmıştır. Bugün, milli bilincin rahmi konumundaki “Tarih”in milliyetçiliğin yükseldiği, milliyetçi söylemlerin arttığı bir dönemde kuramsal alanda söylem ile yöndeş bir ilerleme sağlayamaması dikkat çekicidir.
Etnik, mezhepsel, ideolojik bölünmeler yanında esas olarak varlığını bütün haşmetiyle koruyan aşiretler, boylar, köy-kasaba mensubiyeti milletleşme sürecinin önündeki temel engeller olarak görülebilir. Büyük şehirlerde de toplumsal ve kültürel adacıklar halinde kendi etkinlik sınırlarını çizen hemşehrilik gibi gruplaşma formları post-modern dönem olarak tanımlanan günümüzde kutsanmaktadır. Bunun sonucu da Türkmenlik, yörüklük, Avşarlık, gibi Türk kimliğinin bileşenlerinin bağımsız bir aidiyetlik bilinci ile tebellür etmesi olmuştur. Çünkü, tarih boyunca bir bütünün parçası olamadığı için doğal bir alt kimlikler olarak varlıklarını sürdüren bu yapılar, Cumhuriyet döneminde de grup formlarını değiştirmiş olsalar da aidiyetliklerindeki kültürel simge, işaret, anlatılar sürekliliklerini korumuştur.
Post-modern tarih yaklaşımının bir tezahürü olan yerel tarih çalışmalarının araştırma nesnesini bir mahalle, sokak, köy gibi mekanlar yanında bir aile tarihi ve gay, lezbiyen, etnisite, mezhep, ırk, kadın gibi gruplar da oluşturabilir.
Peki bu konuları araştırmak olumsuz bir durum mudur? Elbette hayır. Adı geçen konuların her biri tarihin konusu olabilir. Tarih sadece savaşların, halkların, milletlerin bir bütün olarak araştırılmasını, yazılmasını içermez. Böyle bir şey de söz konusu değildir. Zaten milli tarih yazımından önce de haneden ve devlet tarihlerinin öne çıktığını belirtmiştik. Bu noktada bütün tarih yaklaşımları ve içerikleri bir tarihyazımı açısından meşrudur ve yazılabilir. Biz konumuzu milli tarih nirengi noktasından yaklaşıyoruz ve özellikle köy-kasaba-ilçe gibi mekâna bağlı tarih çalışmalarındaki bir yöntem sorununu ve söylem biçimini gündeme getiriyoruz. Mekâna bağlı tarih çalışmalarındaki arkeolojik ve toponomi verilerinden hareketle bugünkü o mekânda yaşayanlar arasında kurulan psikososyobiyolojik ve tarihsel bağ üzerine eleştirimizi geliştirmeye çalışıyoruz.
Mesela, Konya’nın, Denizli’nin, Rize’nin kent tarihi siyasi, kültürel, toplumsal düzlemde yazılabilir. Bilimsel bir yöntem üzerinden anormal bir durum söz konusu değildir. Bizim ise itiraz ettiğimiz ve eleştirdiğimiz nokta, bilimsellik formunun içeriğinin ideolojik argümanlarla doldurulmasınadır. Denizli’nin kent veya yerleşim tarihi ele alınırken artık arkeolojik kalıntılardan başka bir bakiyesi kalmamış halkların günümüze kadar devam eden bir beşeri ve kültürel sürekliliğinden bahsedilmesi bilimselliğin ideolojik argümanlara terk edilmesi anlamına gelir.
Araştırma konusu tarihi aşıp mekânda yaşayan kişilerin aidiyetlerinin yeniden organize edilmesine yönelinen noktada sorun tespitine başlıyoruz. Yerel tarih çalışmalarının içeriği açısından belirleyici özelliği beşeri unsura değil, coğrafya\toprak/mekan bağımlı bir tarih tasarımı olmasıdır. İşte bu noktada milli tarihin toplumdaki milli bilincin kaynağı olma işlevinin tahrip edilme sürecine girdiğini ve bir bilinç kırılmasına yol açtığı önermesini ortaya koyuyoruz.
Milli tarihin öznesi “millet”tir. Bir milletin mensubu olan ve içeriğini teşkil eden bütün kişi, grup, kültürel örüntüler, yapılar bu tarihin konusu olabilir. Bu sebeple yukarıdaki önermemiz ile bir çelişki söz konusu değildir. Karşı çıkılan yerel tarih yazımının konusundan ziyade amacı milli tarihin dayandığı toplumsal ve kültürel zemini tahrip olan yerel tarih ideolojisi ve tarihyazımıdır. Milli tarih bir “millete” ve bu milletin “kültürüne” bağlı olarak inşa edildiği için toplumsal bilince derinden nüfuz eder. Bu toplumun mensupları olan bireyler de böylece ortak bir kimliğin paylaşanı, duygudaşı haline gelir.
Böyle bir durumda Cumhuriyet, Atatürk, Vahdettin, II. Abdülhamid vs. merkezli tarih tartışmaları bilimsel bir nitelikten uzak popülize edilerek toplumsal katmanda yaygınlaşabilmektedir. Bu durumun da bireyin iç dünyasında milli tarih bilincinin ciddi hasarlara sebep olabileceği öngörülememekte veya bilinçli bir tahrip politikası takip edilmektedir. Bu sorun alanlarının yanına dikkat çekmeyen bir alan olarak yerel tarih çalışmalarını da eklemek gerekmektedir. Atatürk sonrası Türkistan/Orta Asya kökenli Türk tarihi çalışmaları yerini Latin-Yunan merkezli bir tarih yazımına ve öğretime bırakmıştır. Özünde Türklerin Anadolu’ya gelmesiyle birlikte buradaki Hitit, Urartu gibi varlıkları çoktan yok olmuş halklar yanında Yunanlılarla bir karışımdan bahsedilmiştir. Sadece sol Kemalist ideoloji değil sağ cenahta da bu tezin savunucuları ortaya çıkmıştır. Bu sebeple eleştirimizin bir boşlukta değil güçlü bir arka plana dayandığını vurgulamak gerekir.
Bir ilçenin, köyün, kentin tarihini yazarken orada yaşayanların Anadolu’nun eski sakinlerinin çocuklarını olduğunun iddia edilmesi milli bilinçteki kırılmanın da kaynağını teşkil eder. Bilinç kırılması Sırp, Hırvat, Boşnak örneğinde veya tarihte Osmanlı-Timurlu savaşı gibi aynı soydan toplulukların da birbirleriyle çatışmasına kaynaklık edebilir. Çünkü, toplumsal bellek dediğimiz hatırlama ve sembolleştirmenin işlevsel bir rol oynadığı zeminde bilinçteki farklılaşmanın grupların davranışlarını da farklı yönlendirmesi söz konusudur.
Sonraki çalışmamızda somut örneklerle tezimizi temellendirmeye çalışacağız.
[1] Güngör, E., Dünden Bugünden Tarih, Kültür, Milliyetçilik, Ötüken, İstanbul, 1993, s. 76
[2] Güngör, E., Dünden Bugünden Tarih, Kültür, Milliyetçilik, Ötüken, İstanbul, 1993, s. 74–75.