Bizimkisi Bir TURP Hikayesi!
Oturduğumuz evi çevreleyen bir bahçemiz vardı. Annem ve babam köy çocukları olduğundan ekip biçmeye, topraktan yeşeren sebzeyi meyveyi dalında görmeye, toprakla uğraşıp toprağa derdini dökmeye alışık insanlardı. El değdikçe, su verdikçe topraktan fışkıran berekete hayranlıkla bakarlardı. Allah neyi nasip ederse konu komşu herkesle paylaşılırdı. Annemin babamın toprağa olan merakından biz evlatlarda nasibimizi aldık elbette. Annem ‘Güneşin bağrında toprak sulanmaz, gece vermek lazım suyu ‘derdi. Bahçeyi sulamak için gece kalkar işe koyulurdu bende önünde arkasında dolanır ekinleri büyütme merakıyla kendimce yardımcı olurdum. Mevsime dair ekilen tüm ürünlerin vakti dolunca annem bütün bahçeyi temizledi ve biraz dinlensin dedi.
Toprak insanı uzun süre sabreder mi hiç. Bir gün turp ekmeye karar verdi. Annemin farklı tohumlarına uyumlu olan bahçemiz turp tohumlarını hemen sarıp sarmaldı. Biz çok umutlu değildik ama toprak bire bin verdi desem abartmış olmam. Biz konu komşuya yetecek kadar olsun razıyız derken, elimizi attığımız yerden ürün fışkırdı. Ürün bol olunca elden çıkarmak lazım dedi babam. Komşumuzun biri satın dedi. Bende meraklı olunca bu işlere, ben satarım dedim. El arabasına doldurur birkaç mahalle gezer satarım. Herkes güldü tabi.’ Babasının kızı satarsın tabi’ dedi babam. Zaten ben ne zaman bir işe girişsem hep cesaretlendirir güç verir babam. Madem izinde çıktı hafta sonunu yükledim turpları el arabasına. Yanıma da en yakın arkadaşımı alıp başladım birkaç sokağı gezmeye. O zamanlar yerleşim yerleri daha küçük, insanlar daha samimi, bildiğimiz insan gibi insan yani. Beni gören gülerek geldi yanıma, alacağı yoksa da aldı turplarımı. Çocuk sevincim öyle büyük oldu ki, kazandığım parayı koyduğum pantolon ceplerim küçük geldi bana. Turp dediğin nedir ki deyip geçmemek lazım. Verirsen sevgiyi, hainlik etmezsen toprağa bolluk bereket kokusu yayar ortalığa. Verir coşkuyla turpu da, elmayı da, ayvayı da…
12 yaş çocukluğumun en kıymetli anısıdır bu. Yaş büyüdükçe anlıyor insan bolluk bereket kokusunun sebebini. Gübre doğaldı, dilimize yapışan hormon henüz toprağımıza bulaşmamıştı, tohumumuz fidemiz yerliydi vatan toprağıyla buluşunca coşuverirdi. Pazarlarımız derya deniz olurdu, tezgâhlarda sebze meyve inci tanesi gibi sıralanır, ithal ürünün esamesi okunmazdı. Buzdolabına girince büyüyen biber patlıcan, ya da iki gün içinde çürüyen sebze olmazdı. Usül gereği pazarcı ile pazarlık yapılır, esnaf ile müşteri arasında farklı bir bağ kurulurdu. Her birimizin hep uğrayıp ürün aldığı, kendince güvendiği pazarcılar olurdu. Alan memnun satan memnun günlerdi o günler. Tane hesabı değil, gram hesabı değil, kilo hesabı yapılırdı. Yaşlılarımız sabahın köründe bir tezgâhın başında sıraya girmezdi daha ucuz alabilmek için. Çünkü toprak kıymetliydi, ilaçlarla yabancı tohumlarla toprak zehirlenmezdi. Satıcı ile alıcı arasına giren mazot parası, tohum parası, bitmek bilmeyen türlü oyunlar yoktu. Hele toprak ile uğraşan en kıymetliydi, milletin efendisiydi. Toprakla uğraşa uğraşa çatlayan ellerinden ülke doyardı. Toprak herkesin malıydı. Herkes çok okumuş değildi amma nesillerin toprağa muhtaç olduğunu bilir, ihanet etmez, toprağı küstürmezdi. Çiftçi hem eker, hem bir türkü çığırırdı toprağa ‘Dost dost diye nice nicesine sarıldım, Benim sadık yârim kara topraktır ‘ …
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.