Bir Anneler Günü Hikayesi: Üç Yürek, Bir Vatan.
Sabahın alaca karanlığıydı. Minarelerden yükselen “Moskof Aziziye’ye girdi!” çığlığıyla yataklarından fırladılar. Şehirde yaşayan Ermenilerin ihaneti sonucu Erzurum’un kuzey doğusundaki Aziziye tabyaları düşmüş düşmanla aralarındaki savunma hattı yarılmıştı. Eline silah geçiren Erzurumlular cepheye koşuyordu. Kocası da silahını hazırlayıp karşısına geçmiş, belinden çıkardığı hançeri: “Al bunu… Ruslar gelirse ellerine geçme.” diye tembihlemiş ve diğerlerinin peşine takılmıştı.
Daha yirmi yaşındaydı. İkinci çocuğu doğalı üç ay olmuştu ama hiç tereddüt etmedi. Bebesini son bir kez emzirdi, öpüp kokladı: “Seni bana Allah verdi, ben de ona emanet ediyorum.” deyip iki gün önce şehit olan kardeşinin tüfeğini alıp yola koyuldu. Sadece kendisi değil herkes yollardaydı; kiminin elinde silah, kiminde satır, kiminde çapa… Ruslar bu azim ve imanın karşısında tutunamayıp geri çekildi, Erzurum kurtulmuştu. Yaralıydı ama olsun, değerdi. O gün kendi yarasına aldırmadan başkalarının yarasını da sardı. Sonra evine döndü; dört çocuğu daha oldu. Onları da askere gönderirken hiç tereddüt etmedi. İki oğlu Cihan harbinde şehit düştü. 98 yıl yaşayan Nene Hatun 1955 yılında yakalandığı zatürre illetinden kurtulamayarak vefat etti.
Türk Kadınlar Birliği’nin çabalarıyla 1955 yılında ilk “Anneler Günü” kutlandı. Ölümünün hemen öncesine rastlayan bu ilk Anneler Gününde Nene Hatun “Yılın Annesi” seçildi. Daha önce “3.Ordunun Ninesi” olarak ta ilan edilmişti.
Türk milleti Nene Hatun’ vefa borcunu bir nebze olsun ödemişti.
…
Cihan harbi yılları. Balıkesir istasyonunda cepheye takviye gideceklerin sevkiyatı var. Hava kurşun gibi ağır. Gidenin de kalanın da yüreğinin üzerine çökmüş adeta. Herkes vagonlara binmiş son kontroller yapılıyordu. Sevkiyat subaylarından biri vagonların arasında dolaşan bir gölgeye dikkat kesildi. Merakla yanına yaklaştı. Nur yüzlü bir Anadolu kadınıydı karşısındaki.
“Hayırdır anacığım. Birine mi baktın?”
“Trende oğlum olacaktı. Ona diyeceklerim var.”
“Oğlun kimdir, nerelidir? Söyle çağırtayım.”
Kadın oğlunun adını söyledi, kumandan hemen bulduruverdi. Sevinçle elini öpen oğlunu bağrına basıp, kokladı ve son olarak:
“Oğlum! Dayın Şıpka’da, Baban Dömeke’de ağaların Çanakkale’de şehit düştüler. Bak son yongam sensin. Git ama düşmandan yüz geri edersen sana hakkımı helal etmem bilmiş olasın. Haydi oğul! Allah yolunu açık etsin” dedi ve evladını cepheye uğurladı. Giden oğlunun ardından döktüğü gözyaşları ise toprağa düştü. Vatan toprağına, candan ve evlattan aziz bildiği vatan toprağına. Tıpkı can parelerini kına yakıp vatana kurban adayan tüm anneler gibi.
…
Uzak yollara, amansız cephelere uğurladılar evlatlarını ve bir umut beklediler. Kimi döndü, kiminin haberi geldi ama onlar yine de beklediler.
Ahmet beş yaşlarındaydı. Sabah yatağından kalktığı gibi dışarı fırladı. Ne yapıp edip ninesinden önce yol başına varmalıydı. Köyü ilçeye bağlayan yolun başına geldiğinde derin bir nefes aldı:
“İyi... Ninem daha gelmemiş.”
Aşağı bağa giden suyun aktığı arığın önünü kapatmak için taşlar aradı. İşte şurada kendi kaldırabileceği büyüklükte taşlar vardı. Zorlukla getirip suyun önüne atmaya başladı. Her taşta bendi yükselen su taşıp yolu çamur içinde bırakıyordu, hatta şimdi ninesinin oturup yola baktığı eski dibek taşının etrafı da çamur olmuştu. Tam o sırada Ayşe nine göründü. Torunu Ahmet’in yaptığını görmüş, ona hiçbir şey söylemeden yanından geçip yine dizili dibek taşlarının üzerine oturmuştu. Bir yandan yola bakıyor bir yandan da tülbendiyle gözünün yaşını siliyordu.
Çabalarının işe yaramadığını gören Ahmet ağlayarak evin yolunu tuttu. Eve geldiğinde babası kapıdaydı. Babasına ağladığını belli etmeden içeri geçip sedirin üstüne uzandı. Oğlunun durumunu fark eden Halil içeri seslendi:
“Ahmet hadi git arkadaşlarınla oyna”
“Oynamak istemiyorum.”
“Nedenmiş o?”
“Ninem yüzünden” dedi Ahmet: “Her gün gidip oraya oturuyor akşama kadar yola bakıyor. Arkadaşlarım da ‘ninen deli’ diye benimle dalga geçiyor. Bende ninem oraya oturmasın diye arığın suyunu akıtıp her yeri çamur ettim ama ninem yine gelip oraya oturdu.”
İçeri giren Halil oğlunu kucaklayıp dizine oturtturdu:
“Senin bir amcan vardı. Vatanı düşman işgal etmişti. Onlarla savaşmaya gitti, şehit oldu. Şimdi ninen onun gittiği yoldan geri gelmesini bekler. Şehit oldu dedik, dönmeyecek dedik inanmadı kimseye. Yıllardır böyle bekler durur, ömrü yettikçe de bekleyecek. Sen boş ver başkalarının sözünü, nineni üzme.”
Ahmet babasının kucağından fırladığı gibi yol başına doğru koşmaya başladı. Artık onunla dalga geçmeye kalkanlara amcasının nasıl bir kahraman olduğunu anlatacaktı. İşte ninesi de hala oradaydı, hemen kucağına oturdu. Eliyle ninesinin gözünden akan yaşı sildi.
“Benim amcam asker miydi” diye sordu.
Yürek dolusu bir “Ahh...”ve yine gözyaşıydı aldığı cevap.
Velhasıl bu annelerin gözyaşlarıyla yoğrulmuş topraklarda yaşıyoruz. Her gün minnetle anmamız gereken bu anneleri sembolik de olsa anlamlandırdığımız böylesi günlerde asla unutmamak gerekir. Zira dokuz ay karnında taşıdığı, ninnilerle uyuttuğu, gözünden esirgediği, tırnağı taşa değmesin diye üzerine titrediği evladını en güzel çağında vatan, bayrak ve tüm mukaddesatı adına kâh bir savaşta kâh alçakça bir pusuda şehit verip, evladını gömdüğü toprağın altına kendi ölmeden yüreğini gömen anneler her yılın annesidir. Sadece geçen yılın, bu yılın değil. Gelecek her yılın annesi.
Annelerimiz…
Bu toprağın bereketidir onlar
Ellerinden öpüyorum.
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.