BERİTAN...
Beritan beş yaşında balkondan düşmüş ayağı bilekten kırılmıştı.
Beritan beş yaşında balkondan düşmüş ayağı bilekten kırılmıştı. Babası onu doktor yerine sınıkçıya götürmüş, o zamandan beri sağ ayağı sakat, boynunda ve belinde fıtığı vardı. İki yıldır liseyi bitirmiş ama; sınavlarda başarılı olamadığı için üniversiteyi kazanamamıştı.
Mustafa Kuloglu, kapıyı açıp içeriye girdiğinde, gıcırdayan kapının menteşeleri avaz avaz yoksulluğu çığırıyordu. Evin içine sinmiş kesif koku, soluğunu kesti. Tezek kokulu evlerin kokusuna alışıktı; ama bu koku dayanılır gibi değildi. Çocukluk yıllarında sobada tezek yakarak ısınmıştı. Hatta ilkokula giderken de koltuğumun altına bir tezek sıkıştırıp götürüyordu, diğer çocuklar gibi.
Yoksulların evi hep birbirine benziyordu. Ama burası evden çok izbe bir mağarayı andırıyordu. Toprak damlı, kerpiçten yapılmış evin duvarlarının badanası solup dökülmüştü. Yerde eski bir kilim, kilimin üzerinde birkaç minder, salonda yatak şilteleri…
Beritan duvarın dibindeydi. Ellerini önüne kavuşturmuştu. Sanki kaderine boyun eğmişti. Yüzüne kara bulutlar çökmüş, gözlerinin ışığı çoktan sönmüştü. Sessiz sedasız duruyordu, ama kim bilir ne fırtınalar, ne kasırgalar kopuyordu yüreğinde. Umutlarıyla birlikte çürüyordu bu izbe evin içinde.
İçeri girince annesi, sağ eliyle eşarbının kenarını dişlerinin arasında tutarak yüzünü kapadı, diğer eliyle yer minderinde oturmaları için yer gösterdi. Bağdaş kurup minderin üzerine oturdu.
Beritan’ın babası Haço Dayı, eski püskü solmuş, rengi belli olmayan evin tek koltuğuna gömülmüş, adeta bir top yumak olmuştu. Avurtları çökmüş, elmacık kemikleri dışarıya fırlamıştı. Suratı siyaha kesmiş lastiği andırıyordu. Donuk gözleri boşluğa bakıyordu. Kirlenip yağ bağlamış köylü şapkasını gözlerinin üzerine indirmişti. Tekerlekli sandalyenin tekerleğinin lastikleri elinin ayasını nasırlaştırmıştı. Köse suratına üşüşen sinekleri eliyle ara sıra kovalamasa adeta bostan korkuluğunu andırıyordu. Bir deri bir kemik kalmıştı. Bacakları şişmişti, mosmordu.
“Bey amca nasılsınız?” dedi.Boşluğa bakan gözlerini çevirip baktı Gözlerine kan oturmuş, çukuruna gömülmüştü. Buğulu camın arkasından bakıyor gibi donuktu gözleri. Sanki yıllar önce ölmüştü. “Varoluşun dayanılmaz acısı bu olsa,” diye içinden geçirdi.
Sekiz yıl önce evin damının karını kürerken ayağı kayıp düşünce beli kırılmış, kötürüm olmuştu. Yokluk, yoksulluk yetmezmiş gibi, birde sakatlık boynunu bükmüştü. Başını kaldırdı, şapkasının altından baktı.
Dudakları aralanır gibi oldu, gırtlağından sadece boğuk bir ses çıktı. “Görüyorsunuz ahvalımı,” dedi. Şapkasını iyice gözünün üstüne doğru çekti. Sanki şapkasının altına saklanmak istiyordu. Başını pencereye çevirdi. Kabuğuna çekilmiş, iç dünyasına gömülmüştü adeta. Ne düşündüğünü bilmek için müneccim olmaya gerek yoktu.
Haco Dayı
“Geçen hafta akşam saatlerinde eline geçirdiği keserle tekerlekli sandalyesini parçalamaya kalkışmış. Eşi engel olamamış, birkaç keser darbesine de maruz kalmış. Başa çıkamayınca gidip şeyhlerinden yardım istemiş. Şeyh, gelip Haço Dayı’yla konuşmuş, “Sen de biliyorsun, bu dünya imtihan dünyası. Yokluk, yoksulluk, sakatlık bir imtihandır. Açlık bir imtihandır. Çektiğimiz acılar bir imtihandır. Bu dünya geçici, Allah bizi yoksullukla, sakatlıkla, acılarla, musibetlerle imtihan ediyor. Allah bize ibret olsun diye sakatları yaratmış. Sabret, şükret, derdi veren Allah dermanını da verir. İsyankar olup ahretini yakma. Ne kadar acı çekersek, onun kat kat fazlası cennette mükafatın olacak.”
Beritan çaylarını getirdi aksayarak.Mustafa Kuloğlu, Beritan’ı izliyordu “Ne kadar masum bir kız,” diye söylendi. Ayağını sürüyerek yürürken içi cız ediyordu. "Kızcağızı daha fazla bekletmeyeyim, beklediği haberi vermeliyim," diye içinden geçirdi. Doğan Doğan’ı anımsadı. Bir çok dostu gibi, yoksul çocuklara bot mont, defter kalem, kitap olmuştu.
“Seni dershaneye göndereceğiz,” dedi. Beritan’nın yüzünü esir alan hüznün gölgeleri bir anda dağıldı. Kömür karası gözleri ışıldadı. Sevincini bile saklı tutmaya çalışıyordu; ama gözleri ele veriyordu sevincini.
Kız çocuğu buralarda kahkaha atamaz, gülemezdi. Yüksek sesle konuşamaz, sevincini belli edemezdi. Usturuplu olmalıydı.
Beritan’ın engellerini, eğitimde fırsat eşitsizliğini, yoksulluğunu ve kolejlerde okuyan çocukları düşündü. Bu çocukların onların karşısında hiç şansı yoktu. Bu çok büyük haksızlıktı. Eğitime herkes eşit şartlarda ulaşmalıydı.
Beritan uzun bir entari giymiş, saçlarını türbanla kapamıştı. Tezek kokusu sinmişti üzerine. Burnun üzerinde birleşen kalın kaşları alnına doğru kıvrılmıştı. Güneş yanığı yüzü kavruktu. Teni kuru ve soluktu. “Eminim babası, bir defa olsun kızına sarılmamış, yüzünden öpmemiş,” diye içinden geçirdi.
“Umarım Tanrı yoktur, eğer varsa mahşerde yakasına sarılacağım. Hesap ver diyeceğim. Niye adil değilsin, niye. Hesap ver, niye… Yokluk, yoksulluk, sakatlık, hastalık, kan, göz yaşı, savaşlar, çocuklara tecavüzler, açlıktan ölen bebeler... Bizim gibi sessiz sedasız izleyemezsin. Bu kadar duygusuz, ruhsuz olamazsın, acımasız olamazsın” diye içinden geçirdi. Duygu seline boğulmuştu. Sitem ediyordu içinden. Gerçi suçu Yaradan’a yüklemek de haksızlıktı. Gücü ele geçirenlerin eseriydi, yokluk yoksulluk, sefalet.”
“Kız, sen hiç gülmez misin?” Gözleri hep yere bakıyordu, yanıt vermedi. Biraz daha başını önüne eğdi. Bu gece sevinçten uyuyamayacağını hissediyordu.
“Seni Allah gönderdi,” dedi çat pat Türkcesiyle
“Yooo anam gönderdi. Keşke Yaradan’ın öyle bir gücü olsa, ne yoksulluk ne de savaşlar olurdu. Çocukları kimse öldüremezdi.” dedi.
"İyi adam hayıf imanı zayıf" dedi, anası
Bir yıl sonra Beritan Doğan DOĞAN’ı aradı teşekkür etti. O artık üniversite de okuyordu.
Dr. Mehmet KUM / IĞDIR DÜŞÜNCE OTAĞI
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.